Özgül Kahraman: “Heykel eğitimi aldığım için heykeltraş diyorlar bana. Ama günümüz sanat anlayışı o kadar farklı noktalara varmış vaziyette ki, sanat üretmek için heykeltraş olmak yetersiz kalıyor.”

0 354

Datça’da insan kaynağı alabildiğine zengin.. Gün geçmiyor ki yeni bir yetenek, yeni bir sanatçı ya da şehir kaçkını değerli bir arkadaş ile tanışmayayım.

Heykeltraş Özgül Kahraman’ın bir heykel çalışmasını Datça Heykel Sempozyumu’nda görmüştüm. Sanatçıyı takibe aldım. 20 Haziran 2018’de “Sanat Her Yerde” etkinliğinde sergilenecek eserini gidip göreceğim eserinin fotoğrafını ve söyleşimizi yayınlıyor, sizleri de Datça Sanayi Sitesi’ndeki bir kaporta atölyesinde gerçekleştirilecek 1 günlük resim ve heykel sergisine bekliyorum..

Özgül Kahraman                       Fotoğraf: Ömer Zafer Göktürk

Datça’da yaşamak nasıl bir duygu?
Datça pek çok sanatçıya ev sahipliği yapan bir kent. Uluslararası I. Knidos Taş Heykel Sempozyumu’na katılmak üzere Datça’ya geldikten sonra yaşamın yeni bir boyutunu keşfetmiş gibi hissettim. Doğa güzelliği ve tarihsel zenginliği ile göz doldururken, dinginliği ile huzur veren bu kent insan üzerinde terapi etkisi yaratıyor. Datça’da geçirdiğim zamanın ardından karmaşa ve hızın hakim olduğu geldiğim kente geri dönme fikri hiç sempatik gelmemeye başladı.. Datça’ya yerleşme şansım olmadığı için her fırsatta gelmek için bahaneler bulmalıydım. Güzel dostluklar, sanatsal etkinlikler ilk sıradaki bahanelerim oldu. Tekrar gelmemi sağlayacak ortamı yarattım ve nihayet yeniden huzur dolu bu kentteyim. Nihayet, gelmesi de dönmesi de zor olan bu kentin müdavimi haline geldim.

Eserlerinizde beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?

Sanatsal üretim kaygısı taşıyan her birey öncelikle yaşamdan beslenir. Çağın duygu ve düşünce biçimini yönlendiren iklim pek çok sanatçıyı peşinden sürükler. Sanatsal tavrını geleneksel anlayışla sürdürmeyi tercih edenler vardır elbette ve her zaman da olacaktır. Ancak sanat, bilim ve teknolojiyle paralel olarak her gün, her an kendine yeni bir yol eklemleyerek ilerlemektedir. Günceli yakalamak, hatta yeni bir yol çizme kaygısı taşıyan sanat üreticisi, zamanın ruhunun iyi bir takipçisi olmalıdır. Zamanın ruhu, siyasal, sanatsal ve bilimsel işleyişin bütünüdür ve toplumsal yaşamı yönlendiren lokomotiftir. Bu bağlamda sanat önemli bir misyon üstlenmektedir. Sanatçı lokomotifi doğru yöne sürerek görsel, işitsel hafızada doyum da yaratabilir, başka yöne sürmeye yönlendirilerek araç konumuna da düşebilir.

Heykellerinizin tasarım ve yaratım süreçlerinden bahsedebilir misiniz?
Yeni başladığım her süreçte çok yabancısı olduğum bir alanın içinde sürükleniyor gibi hissediyorum. Yani sanat üretimine yabancıymış gibiyim. Bu nedenle oldukça sancılı bir süreç yaşadığımı söyleyebilirim. Örneğin günlerce bir konuya takılı kalıp hiç bir yere ulaşamazken, alakasız bir durumda iken üretimime ilişkin pek çok problemi çözerken bulabiliyorum kendimi. Anlatım dilinde kendinizi sınırlamak da bazen çıkmaza sokabiliyor. Bu bağlamda disiplinlerarası düşünmenin avantajlarını da yaşıyorum. Her tür malzeme ya da durum benim üretim aracım olabilir. Bu bir kullanım eşyasından geleneksel heykel malzemelerine, videodan teknolojik yaklaşımlara dek çeşitlilik göstermektedir. Örneğin 2010’da ürettiğim “Teknometrik Yaşamlar” adlı eser, geleneksel yöntemleri kullanarak ürettiğim bir işe teknolojik aletleri de dahil ettiğim bir çalışmaydı.

 

Üretim aşamasına gelinceye dek zorlu bir süreçten geçilir. Pek çok şeyi dert edinmiş (dert edinmekten kasıt, sanatsal kaygılardan toplumsal olaylara dek pek çok şeyi barındırmaktadır) ve artık bu derdi paylaşma aşamasına gelmiş olmak gerekir. Sanat üreticisi, sanat nesnesinde ortaya koyduğu biçimle, kendince yola çıkış hikayesini aktarır. Nitekim Donalt Kuspit’e göre de her bir sanat eseri deyim yerindeyse sanatçının kendi kendisiyle karşılaşmasını, yani sanatçının malzemesi aracılığıyla duygularını yeniden yaşayıp, yeniden düzenlediği analitik bir seansı temsil etmektedir. Bir şair tüm birikimlerini yani edindiği derdini şiirleriyle aktarma yolunu seçer, bir ressam ise tuvalleriyle. Ben ise sanata ilişkin her yoldan yürüme fırsatını elde etmeye çalışıyorum. Beslendiğim kaynaklar ruh halime göre çeşitlilik gösterebiliyor. Bir film, müzik, politika, felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi alanlar ya da bir yerde rastlayıp okuduğum bir satır cümle beni yönlendiren itici güç olabiliyor.

Heykellerinizin zaman içindeki gelişim ve değişimini kendi gözünüzden aktarabilir misiniz?
Lisans eğitimine başladığım sıralarda heykeltraş olacağımı düşünüyordum. Lisansın son yılında daha farklı alanlara ve malzemelere ilgi duymaya başladım. Biraz seramik, biraz mekanik, resim, video… derken bir baktım ki lisans sonunda hiç bir şey olamamışım ya da ne olduğumu anlayamadım. Zaten sanat fakültesinden mezun olan birey bir meslek sahibi olarak mezun olmuyor. Bir sanat fakültesinden mezun olan birey ya sanatçı olur ya da hiçbir şey.

Heykel eğitimi aldığım için heykeltraş diyorlar bana. Ama günümüz sanat anlayışı o kadar farklı noktalara varmış vaziyette ki, sanat üretmek için heykeltraş olmak yetersiz kalıyor.
Bana özgü bir diğer husus ise birilerinin önemsediği ‘tarz’ diye bir anlayışımın olmaması. Yani benim bir tarzım yok! Benim edindiğim dertler var ve bu dertleri yukarıda da belirttiğim gibi ‘beslediğim kaynaklar’ ile sentezleyerek aktarma yolunu seçiyorum. Bu tetikleyicilerim beni ne tarafa sürüklerse o tarafa gidiyorum. Onların götürdüğü yola güvenirim. Politik ve sosyolojik bir ortamın yarattığı ruhsal durumumdaki sıkıntılar “oyun” adlı seriyi ortaya çıkarmamı sağlamıştı. O dönem çalışmalarımda hazır nesne kullanarak birtakım işler üretmiştim. İlk performans çalışmamı da o zaman yapmıştım. Yeri geliyor geleneksel yöntemler uygulama ihtiyacı duyup modernist tavırda taş yonttuğum da oluyor.

 

Heykellerinizin yanısıra ürettiğiniz diğer sanat objeleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Yukarıda da belirttiğim gibi sadece heykel yaparak yoluma devam etmiyorum. Bize bu yolu açan elbette Duchamp’tır. Fabrikasyon bir nesneyi sanat eseri olarak sunarak düşünceyi sanata dahil eden Duchamp sınırsız düşünme yolunu da açmıştır elbette. Böylece, modernist anlayışın dayattığı tek alanda uzmanlaşma mantığı yerine, ihtiyaç duyduğumuz her alanda gereksinimlerimizi karşılama özgürlüğüyle hareket edebileceğimizin farkına varmış olduk.
Günümüzde bedenin, tıbbi ve ticari bağlamda önemli bir araç haline gelmesi, bedenin meta olarak öne çıkması son yıllarda sorunsallaştırdığım bir konu olarak atölyemde duruyor. Atölyeden kasıt bir mekan değil elbette. Benim atölyem zihnimdir. Sanatsal bir ürün ortaya koyabilmem için zihinsel süreci tamamlamış olmam gerekir. Geriye sadece işin basit kısmı, yani üretim aşaması kalır. Üretim aşaması elbette her zaman kolay olmuyor ama zihinsel süreçte işin çıkış noktası, gelişim aşaması, teknik çözümlemesi yapılınca işler oldukça kolaylaşıyor. Bu nedenle zihinsel süreç sancılı geçer.

Bedenin metalaşma halini eleştirmek adına canlı bedenler üzerinde uygulamalar yapmaya başladım. bir yandan bedenin metalaştırılmasını eleştirirken öte yandan nesnesiz sanat üreterek sanat nesnesinin metalaştırılmasına yönelik bir eleştiri yapmaktayım. Adorno’nun kültür endüstrisi olarak adlandırdığı günümüz tüketim ve hız ortamında, küresel sermayenin en büyük hedefi, uygun gördüğü her şeyi meta haline dönüştürerek bir şekilde pazarlamaktır. Bu, tek başıma karşı koyarak düzeltebileceğim bir durum olmayabilir. Ama benim kendimi ifade edebileceğim bir aracım var ve ben bu dille konuşmayı seviyorum. Eleştirimi de bildiğim tek dil, yani sanat aracılığıyla ifade etmeye çalışıyorum.

Sanat ve sanatçı tanımlarınızı alabilir miyim?
Günümüzde sanatın tanımını yapmak çok da kolay değil. Klasik ya da modernist tavrın hakim olduğu dönemlerde tanımlama işi çok daha kolaydı. Günümüzde üretimimizin dayanakları, savunması ya da manifestosu, her ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın, ortaya çıkan ürün kadar öneme sahiptir. Hatta postmodernist tavırda sanat üretiminde sonuçtan çok süreç önem kazanmış vaziyettedir.

Postmodern paradigmanın mottosu “her şey sanat, herkes sanatçı olabilir” dir. Bir noktaya kadar ben de bu fikre katılıyorum. Sağlam bir alt metne sahip her şey elbette sanat olabilir. Ama “ben yaptım oldu!” mantığı bana pek sempatik gelmiyor. Sanatçının, üretim aşamasındaki sancılı süreci, edindiği dertleri, çözüm yöntemlerini aktarabilmesi gerekir. Burada amaç izleyiciyi yönlendirmek değil elbette. Ortaya çıkardığı sonuca önce kendinin inanması ve ikna olması gerekir.

Mutluluk ve sanatı nasıl ilişkilendirebilirsiniz?
İnsan kendini ifade edebildiği ölçüde mutludur. Nitekim Wittgenstein “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyerek bu savı güzel özetlemiştir. Wittgenstein bu eleştiriyi dil felsefesi üzerinden yapmaktadır. Kendini ifade etmekten kastım dil ile ifade değil elbette. Her insan kendini farklı biçimde ifade eder. Oscar Wilde’ın insanların ifade biçimlerini ele aldığı şiiri anlatmak istediklerimi mecazi şekilde vurguluyor.

oysa herkes öldürür sevdiğini
kulak verin bu dediklerime,
kimi bir bakışıyla yapar bunu,
kimi dalkavukça sözlerle,
korkaklar öpücük ile öldürür,
yürekliler kılıç darbeleriyle
kimi gençken öldürür sevdiğini
kimi yaşlı iken
şehvetli ellerle boğar kimi
kimi altından ellerle
merhametli kişi bıçak kullanır
çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
kimi yeterince sevmez
kimi fazla sever
kimi satar kimi de satın alır
kimi gözyaşı döker öldürürken,
kimi kılı kıpırdamadan
çünkü herkes öldürür sevdiğini
ama herkes öldürdü diye ölmez…

Sanat, Maslow piramidinin en üst diliminde yer alan ve “kendini gerçekleştirmek” olarak ifade edilen durumu deneyimlemeye olanak sağlayan bir etkinliktir. Sanatçı açısından bakarsak, sanatsal bir ürün ortaya koyabildiğiniz sürece kendinizi gerçekleştirmiş, takdir ve kabül görmüş olursunuz ve bu da duygusal bir tatmin yaratarak mutlu olmanızı sağlar.
Sanatçıda mutluluk hali bu şekilde gelişirken alımlayıcıda durum biraz daha farklıdır. Sanatçı kendi yaşanmışlıklarını ve birikimlerini sentezleyerek esere aktarmaktadır. Alımlayıcı çoğunlukla bu hikayenin dışında kalır ve ilişki içinde olduğu eseri kendi hikayesiyle (yaşanmışlıklarıyla) ilişkilendirerek ona yeni bir boyut kazandırır. İzleyiciye düşen tek görev, eserden duyumsamalarını kendi yaşanmışlıkları ile sentezlemektir. Alımlayıcı, eser ile ilişki kurabildiği ölçüde mutluluk yaşar.

Şunu da ifade etmek zorundayım; sanatın mutlu etmek gibi bir misyonu yoktur. Sanat insanları mutlu etmek için yapılmaz ama insan olmadan sanat da olmaz. Çünkü sanat insanların ona atfettiği değer ölçüsünde varlığını sürdürür ve önem kazanır.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.