Mert Özgen: “Yaralarını sevmeli insan; arada açıp okşayabilmeli. “

0 619
 
Beyaz fondaki ruhsuz bakışlı kadınları bana güzellik ve kusursuzluğun dayatılan değerini düşündürdü. Ve duygunun, sevginin, samimiyet ve sahiciliğin unutulmuşluğunu…
 
Mert Özgen, 1988 doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi, Resim Bölümü, Neş’e Erdok ve Nedret Sekban Atölyesi’nden 2010 yılında mezun olmuş. 2008-2009 yıllarında Erasmus bursuyla İtalya’daki Accademia di Belle Arti di Bologna’da sanat öğrencisi olarak bulunmuş. İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kültürel İncelemeler Yüksek Lisans Programı’nda eğitimine devam ediyor. “Çağdaş Sanatın Teni: ‘Sınırlı Bedenler” başlıklı tezini hazırlamakta. İlk kişisel sergisini 2009 yılında Bologna, Via San Felice’de, ikinci kişisel sergisi “Ten/Flesh”i Aralık 2013’te İstanbul Galeri/Miz’de açtı.
 
Ten/Flesh serginizden bahseder misiniz?
2010 tarihinden bu yana ürettiğim işlerin bir araya gelmesiyle oluştu. Edebiyat ve görsel temsil alanında varoluşlarıyla bana ilham veren kadın figürlerinden etkilenerek kurguladığım portrelerle, kadının ve kadınlığın hikayesini anlatmayı amaçladım. Kadınların pürüzsüz tenlerinde boya katmanlarıyla oluşturduğum yarıklar ve lekelerle, bedenin iç ve dış arasındaki diyaloğu dillendirmek istedim. Böylelikle resimlerimde görünür olan beden kavramı, katı ve sınırlı yapısını kaybedip, mahremiyetinden çıkıp hikaye anlatıcısına dönüştü.
İçimizle, dışımızla olduğu kadar iletişimde miyiz?
Bedenimizle kurduğumuz ilişkiyi sorgulamamız gerekiyor belki de. Frida Kahlo’nun çok sevdiğim bir cümlesi var: “Yüzümü resmederim çünkü genelde yalnızım, çünkü en iyi tanıdığım kişi kendimim.” Louvre Müzesi’ndeki tablosunu ilk gördüğüm zaman çok etkilenmiştim; adeta yazdığı bir günlüğü okuyormuşçasına tanıklık edebildim hayatına. İnsan kendi yüzünü olduğu gibi göremez; aynadaki yansıma her zaman terstir. Sırtımızı göremeyiz; daima bir yansımaya ihtiyacımız var kendimizi görmek için. Su birikintisi, ayna, cam veya göz… Frida boyayla oluşturduğu katmanı bir yansıma olarak ele alır – sadece fiziksel değil, görünür olmayana da görünürlük kazandırır.
 
Resimlerimde kullandığım yaralar bedenin görünür olan yüzeyinden içeriye sızabilme umuduydu. Her ne kadar bedenin ‘dışına’ aşinalığımız fazlaysa, görünmeyen kısım da o kadar ‘tekinsiz’ bir mecra bizler için; sanki bize ait olmayan bir alan. Yaralarla iç ve dış arasındaki o kuvvetli bağı ortaya çıkartmak istedim. İç’e sızmak, anlamak, benimsemek ve görünenin bir parçası olduğunu anlamak… Bedenimizi tanımamız için bunun gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu konu benim için çok heyecan uyandırıcı; sadece resimlerimle değil, yüksek lisans tezimde de bu ilişkiyi irdeleyip, bedeni anlamaya çalışıyorum. Sonu olmayan, sınırsız ve algıyı zorlayan bir olgu.

 

“İnsan Eti”, tuval üzeri yağlıboya, 90 x 130, 2013

 

Frida Kahlo’dan bahsettiniz. Diego’yla aralarındaki bağa değinmek isterim biraz. Diego yaralarıyla sevdi Frida’yı. Yaralarını sevebilir mi insan?
Diego, Frida’nın kazadan sonra oluşan yarasını öpüp sever. Tenin üzerine dikilmiş gedik rahatsız edici bir ‘iz’ olmaktan ziyade, dünden bu ana hikaye anlatan bir olguya dönüşür. Yaralarını sevmeli insan; arada açıp okşayabilmeli. Kendi bedeninin hikayesini bir de ondan dinlemeli. Yarayı ‘tiksindirici’ olmaktan çıkarıp, sergileyebilmek…  
Tekniğiniz hakkında da bilgi verir misiniz?
Tablolarımda kullandığım dokudan ötürü, tuvali hazırlama sürecim epey zahmetli geçiyor ve uzun sürüyor. Kendi hazırladığım doku malzemesinin kurumasının ardından yağlıboyayla portreleri resmediyorum. Bunun yanı sıra, boyayı ve tekniği daha özgün kullanabilmek adına ufak denemeler de yapmak oldukça öğretici oluyor.

 

“Deli Kızın Aşk Şarkısı” (Slyvia Plath), tuval üzeri yağlıboya, 160×130, 2013 

 

Çalışmalarınızı nerede yapıyorsunuz? İlham aldığınız, sizi besleyen şeyler nedir?
Atölyemde çalışmalarımı sürdürmekteyim. Atölyemi geçen sene Moda’ya taşıdım; hem aileme hem de dostlarıma çok yakınım. Gün içinde evden çıkıp yürüyerek çarşıya inmek, tanıdık yüzlerle yakınlarda kahve içmek elbette resim üretme sürecinde çok etkili oluyor. Kalabalıktan sessizliğe giden geniş bir yelpazesi var; insanın kendini ait hissedebildiği bir semt burası. Yürümek ve yürüyüş yaparken gözlemlemek farklı hikayeler oluşturmak için çok değerli. Buna imkanım olduğu için çok şanslıyım.
Concept belirleyip mi çalışıyorsunuz? Yoksa duygu ve fikirlerinizin akışına mı bırakıyorsunuz?
Çalışmalarımın yönünü belirleyen en büyük etken üniversitede okurken değişim programıyla İtalya’ya yerleşmemdi. Bu süreçte sanat tarihinde okuduğumuz bir çok eseri çıplak gözle görme fırsatım oldu. Her sokak köşesinde beliren Aziz Meryem heykelleri ve arkların üzerine işlenmiş ufak yontularla beden estetiğinin benim için ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Üniversiteden mezun olup yüksek lisansa başlamamla birlikte yoğun bir okuma sürecine girdim ve okuduğum her metinle sanat tarihini, akademiden aldığım eğitimi ve deneyimlerimi birleştirmeye çalıştım. Böylelikle bugün ürettiğim işler ortaya çıktı. İlk başlarda kafamda belirli bir konsept olamamasına rağmen, İstanbul’daki ilk sergimin oluşma aşamasında her tablo arasında kuvvetli köprüler olduğunu anladım. Aslında bu köprüleri de oluşturan birey olarak deneyimlediğim duygularımdı diyebilirim.  
Hangi tür sanata daha çok yakınlık duyuyorsunuz?
Sanat her ne kadar katmanlı olsa da, aslında dili birdir. Edebiyat benim için oldukça önemli; bedene ait olan, beden üzerine inşa edilen ve belki bedeni kurgulayan dille hayat bulduğu için. Hikayelere ses verendir. Virginia Woolf, Sylvia Palth gibi hayranı olduğum yazarlar kadın hikayelerini hep dille var etmişlerdir. Dilin travmaları, kopuklukları ama öte yandan aidiyeti hikayeleri anlamlandırabilmek için çok önemlidir. Ben de resimlerimi oluştururken dili görsel bir temsil olarak ele almaya çalışıyorum; kelimeler yerine boyalarla dillendirmeye çalışıyorum hikayeleri.

 

“Tasdikli Suret” kağıt üzeri mürekkep, diptik, 100×140, 2013

 

Güncel sanat hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Mümkün olduğunca çağdaş sanatı takip etmeye çalışıyorum. Gündemin, hayatın ve doğanın çok hızlı değiştiği bir zamandayız; birbirinden çok farklı hayatları barındıran bir dünya ve hepsi ayrı bir hikaye. Bu yönden bakıldığında üretilen her sanatın değeri çok fazla. Paylaşımda olmak, empati kurarak farkındalık yaratabilmek sanatın belki de en değerli yönü. İnsana tanıklık edebilmek için üretilen işlere bakmanın çok yararlı olduğunu düşünüyorum.
“Ruhumu Senden Geri Almak Zorundayım; Onsuz Tenimi Çürütüyorum.”
(Sylvia Plath/The Unabridged journals of Sylvia Plath)”
tuval üzeri yağlıboya, 200×140, 2013

 

İdolünüz var mı? Ya da çok sevdiğiniz sanatçılardan bahsetmek ister misiniz?
Çok sayıda var. Tintoretto’dan Hale Asaf’a, Bernini’den Marc Quinn’e işleriyle beni heyecanlandıran, üretme arzusu uyandıran bir çok sanatçı var. Sanatçıların isimlerinden ziyade ürettiklerinden, dönemlerinden bahsetmek daha doğru olur herhalde. Antik Yunan Sanatı’nın ve Art Nouveau’nun beni büyük ölçüde etkilediğini söyleyebilirim.
Sanat ve mutluluk arasında sizce bir ilişki var mı?
Bütün duygularla ilişki içindedir; üretme sancısının ardından mutluluk gelir. Cevaplamak için çok zor bir soru bu…
Sanat eğitimi bir toplumun vazgeçilmezleri arasında olmalı mı size göre?
Sanatın lüks olduğu algısını yenip, gündelik hayatın içine taşıyabilmek için sanat eğitimin çok gerekli olduğunu düşünüyorum.
Sokaktaki insanla sanatçı arasındaki fark nedir size göre?
Gören, görünen ve gösteren… Bağlantılı, paylaşımlı bir ilişkidir aralarındaki; etkileşimdir farktan ziyade.
İstanbul’u 5 duyunuzla nasıl tanımlarsınız?
Katmanlı bir şehirdir İstanbul. Şehir bir mekandan bağımsız olarak bir tecrübe, bir an ve bir paylaşımdır; dokular, kokular, sesler, renkler… Anca tüm duyuların birlikteliğiyle algılanabilinir. Kaos!
İstanbul için bir hayal projeniz var mı?
Çok zor bir soru ama mekansal algı olarak estetik, kucaklayıcı ve geçmişle ilintisinin koparılmadığı bir şehir olarak kalmasını dilerim.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.