Bilal Hakan Karakaya: “İlk heykelimi Arko Traş Sabunu’ndan yapmıştım. Bir büsttü..”
Yeldeğirmeni’ndeki atölyesinde buluştuk. “Karabasanlar”ından, heykelden, Gezi’den konuştuk. Bilal Hakan Karakaya heykelleriyle olduğu kadar kişiliğiyle de yer etti bende…
Bugünlerde bir parkta çocuklara tebeşir dağıtırken rastlayabilirsiniz ona.. Sanatı ve özgürlüklerini keşfetmeye doğru uçan çocuklarla…
Heykellerinizin dünden bugüne gelişimini, hikayesini anlatır mısınız? Ne tür malzemeler kullanıyorsunuz?
Ankara’daki çocukluğum sırasında sanatla (heykelle) karşılaşmam Ulus Meydanı’ndaki “Atatürk” Heykeli, Sıhhıye’de Abdi İpekçi Parkı’ndaki “Eller” heykelleriyle olmuştur. Lise yıllarımda abim Kazım Karakaya Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’ne girmişti. Onun yaptığı çalışmaları da izliyordum.
Gazi Üniversitesi Resim-iş Bölümü’nde okurken heykeli seçtim. Okul yıllarında değişik malzemelerle tanıştım. Hala da tanışmaya devam ediyorum. Heykelde tek bir malzemeden yana değilim. Metalci, taşçı, ağaçcı gibi daraltmaları sevmiyorum.
Hanefi Yeter’in bir projesine asistanlık yapmak için İstanbul’a gelmiştim. Asıl eğitim hayatım orada başladı diyebilirim. Birçok projesinde beraber çalıştık. Usta-çırak ilişkimiz devam etti… Halen de çalışıyoruz birlikte..
Taş, ahşap, alüminyum gibi farklı malzemeleri kullanmayı seviyorum. Ama yarın sabah kalktığımda ne malzeme kullanacağımı bilmiyorum. Tek düze yaşayamıyorum. “Şu saatte şunu yapacağım” deyemem.
İlk yaptığınız heykeli hatırlıyor musunuz?
Arko traş sabunundan yapmıştım ilk heykelimi.. Bir büsttü.
Heykellerinizi nerelerde görmek isterdiniz?
Bulundukları mekan ve çevredeki insanlarla ilişki içerisinde olabilecekleri alanlarda görmek isterim.
Bir heykel yaptım. Bir arkadaşım beğenip almıştı. Hala onda bir yerlerde onunla yaşıyordur.
Temmuz ayında Espas Sanat Galerisi’nde açılan serginizi oluşturan fikirler nelerdi?
Öncelikle korku mevhumu… Korkuyu oluştururken insanların kullandıkları, var ettikleri hayal karakterler… Aynı zamanda mitolojik tiplemelere dönüştürülmüş karabasan, albastı gibi Anadolu mitolojisinde var olan karakterler üzerinde çalıştım.
Nisan gibi yeni bir seriye başlamıştım. Kafamda “korku” vardı. Korkuyu salan insan.. sindirmek, baskı altına almak için türlü malzemeler kullanılmıştır. Masallarda, mitolojide. İktidarı olan boynuzlu, keçi yüzlü, kadın gibi… Uykuda yaşadığımız karabasan tasvirleri vardır. Anadolu’daki adıyla albastı, albasan.. Ben de kullanmaya başladım. Karabasan neden keçi? Arka ayaklarının üstünde dikilmesini “insanlaşma” olarak algıladım. Bu bir serüven oldu benim için.. Karabasanlar konusunda çalışmaya devam ediyorum.
Ahşap kullandım. Ağaçlara saygımdan. Ağaçlar yakılıyor günümüzde.. Ben yakılmasınlar diye kıymetli bir hale getirmeye çalıştım. Kendimce kalıcı kılmaya çalıştım.
Bir heykelin peşinden nerelere gidebilirdiniz? Ya da nereye gittiniz?
Heykel benimle beraber yaşayan bir disiplindir. Ayrı düştüğüm bir günüm bile yok. Her daim üretmesem bile yaşamımın içerisindeki en önemli unsur, bir parçam olmuştur. Ben nereye gidersem o da benimle oraya gelir..
Türk heykel sanatında sizi etkileyenleri anlatır mısınız?
Birçok usta ismin sıralanması mümkün. Bunların başında İlhan Koman, Kuzgun Acar, Mehmet Aksoy, Ziyatin Nuriev, Hanefi Yeter gibi isimleri sayabilirim. Tabii ki birçok genç sanatçı ismi de vermem gerekir. Hepsini tek tek sıralamak mümkün değil…
Sanat tarihine geçmiş heykellerden sizi büyüleyenler hangileriydi?
Sanat tarihine geçen, hatta geçmeyen birçok heykel beni etkiliyor.. Tek tek örneklemem çok uzun zaman alır. Ama öğrenciliğimin ilk döneminde Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde ilk çağlara ait, çocuk oyuncağı olarak tasarlanmış hayvan figürleri beni derinden etkilemiştir…
Kavramsal sanat hakkında neler düşünüyorsunuz?
Kavramsal sanat çok uzun, ayrı bir sohbet konusudur bence. Yapılan her eserin bir kavram tutanağı vardır . Sanatı sınıflandırmak, ayırmak pek mümkün değil. Sanat tek bir kavram değildir. Akım akım bölemezsiniz sanatçıları…
İnsan deneyseldir.. Sanat da onunla yaşar. Her gün aynı duygularla mı yaşıyoruz.. “Tektip”leştirilmekten yana değilim. Tektipleşmek günümüz dünyasının problemi değil mi zaten?
Sanat özgürdür derken aslında insanın özgürlüğüdür söylemek istediğim. Sanatı insan var eder. İlk hücremizden beri DNA’larımızda varolan bilgi birikimimizin (2 terabytes kadarmış!) üstüne koyduklarımız, yaşamımıza dahil olur. Herkes kendi deneyim, beceri ve birikimlerini üzerine ekleyerek üretir, ürettiklerimiz sanat olmaz mı?
Nedir sanat?
Bilmiyorum.
Tek bir tanımı yok evet…. Ama hayatımızda olsa iyi olur değil mi?
Sanattan kimseye zarar gelmez. Sanat üreten kişi, sanatçı… Kötü biri olabilir mi? Karşılığını bilmediği bir şeyi ortaya koyabilen, bununla yaşamaya çalışan bir insan ne kadar kötü olabilir, kime ne zararı olabilir? Duygu olarak belki.. Bir yapıtın karşısında ağladığımız olmuyor mu? Korkmuyor muyuz? Hüzünlenmiyor muyuz? Heyecan duymuyor muyuz? Eğlenmiyor muyuz? Başyapıtları insanları çok duygulandırmış yüzlerce, binlerce sanatçı yok mu şu dünya üstünde?
İstanbul’u beş duyunuzla anlatır mısınız? desem..
Bunu becerebilmem pek mümkün değil. İçerisinde yaşadığımız her an farklı hisler ve duygularla karşılaştığımız bir kentten bahsediyoruz. Bir sokaktan başka bir sokağa geçişlerimizde, hatta aynı sokak içerisindeki hareketliliğimiz esnasında bile onlarca farklı his ve algıyla karşılaştığımız bir kent İstanbul..
İstanbul’a dair bir hayal projeniz var mı?
İstanbul’a dair herkesin olduğu gibi benim de bir hayal projem var. Hatta birkaç hayal projem var . Lakin bence İstanbul’un projelere değil de biraz dinlenmeye ve rahat bırakılmaya ihtiyacı var bence..
Gezi gibi…
Sadece Gezi mi? Her şey kilit altında kendimi korkarken buldum. Neden? Baskı var . Ama benim kimseyle bir sıkıntım yok ki. Olamaz.. İnsanlar birbirlerine kötü bakıyorlardı.. Sokakta korkarak geziyorduk. Bunu kim neden oluşturuyor? Neden daraltılıp evlerimiz içine sıkıştırılıyoruz. Doğaya dokunamıyoruz. Betonun içinde yaşıyoruz. Zeminimiz beton. Sertleşmişiz. Insanlığımız, değerlerimiz…
Doğa bizi çağırdı gibi geldi bana.. Gezi bizi çağırdı.. Siyasi anlamda sokağa hiç çıkmamıştım. Yönetim biçimleri, siyaset benim için bir şey ifade etmedi hiç… İlk defa birileriyle birlikte bir yere giderken buldum kendimi. Ağaçlar için yürüyorduk gibi.. Gezi’de ne kadar güzel insanlarla karşılaştım. Yanyana oturduk, sabahladık, sosyalleştik.. Anlamadım neden gaz atmaya başladılar… Hala atıyorlar.. Anlamıyorum.. İnsanlar birbirlerine sarıldıkları için gazlandılar.
“Biz”leşmiştik. Mutluyduk.. Bu sadece Gezi Parkı’nda yaşanmadı. Vapurda, otobüste, sokakta insanlar birbirlerine gülümsemeye başladı. İnsanlar birlikte bir şeyleri paylaşmaya başladı. Unuttuğumuz bir şeyi tekrar hatırladık. Normalde telefonla konuşmaktan nefret ederim. Merak ettiklerimi aramaya başladım. Aranmaya başladım. Uzun zamandır vakit ayırmadığım insanlara vakit ayırmaya başladım. Bu süreç içerisinde o kadar çok insanla temas ettim ki.. Karşılaşıp selam vermeye çekindiğim insanların ne kadar güzel insanlar olduğunu fark etmeye başladım…
İnanılmaz çocuklar vardı. 13-14 yaşında çocuklar.. Sokak çocukları da vardı.. Kimlikleri bile yoktu. Bir tanesi ilkokul 1. sınıfta okuldan atılmış. Söylemek istemedi. Utandı… Bir kıza tacizden suçlanmış, 7 yaşında, okuldan atılmış.. Bir çocuk 7 yaşında tacizden nasıl okuldan atılır? Onun yanında elit bir aileye mensup olduğu belli, bir de kız çocuğu vardı. Aynı noktada aynı bez parçasının üstünde verdiğimiz boyalarla birlikte açlıklarını doyurdular. Sanata açlıklarını…
Sanat atölyeleri mi yapmıştınız?
Atölye denebilir mi bilmiyorum. Bir tane hacethane vardı. Kendimi ve arkadaşlarımı orayı temizlerken buldum bir an.. Duvarlarına küfürler sloganlar yazılmıştı. Sonra üstlerine renkler gelmeye başladı. Lekeler oluşmaya başladı. Pentüre dönüşmeye başlamıştı gibi geldi bana. Başlamıştı.. ki …
…..
Şimdi parklarda sokaklarda tebeşirler bırakıyorum. Çocuklar beton zeminleri renklendirsin diye..
J'étais à l'exposition de cet artiste et j'ai adoré le travail de sculpture et aussi de peinture d'Adil Salih. Un très bon blog, bonne continuation !