Fatma Tülin: Aklını  teknolojik gelişme için kullanan  bu canlı türünde, insanlararası temel ilişkilerin niteliği olumlu anlamda hiçbir evrim geçirmedi…

0 412

Çağdaş Türk resim sanatının gururlarından Fatma Tülin, resim tekniğindeki ustalığı, duygusunun derinliği kadar, kelimelerinin vurgusu ile de kişiliğine hayran bırakmakta.

İstanbul’daki sergisi devam ederken söyleşi fırsatımız oldu:

Resimlerinize ilham olan kedi hakkında bilgi rica ediyorum. Uzun süredir birlikte olmadığınızı, kısa bir ilişkiniz olduğunu okudum. Her kedi bir başka dünyadır. Sizinki nasıldı? Resimlerini yapmanızı sağlayan özellikleri nelerdi?

Hulusi’yi  Heybeli Ada’da tanıdım.  Onlarca kedi arasından bir tek o’nu gördüm.  Birgün karşılaştık ve bakıştık. O an  kulağımda her nedense “Hulusi” adını duydum, ona bu adı yakıştırdım. İlişkimiz böyle başladı. Sonrası  tarifsiz bir yakınlık içinde geçti. Bir kediden çok, bir köpeğin davranış biçimlerine benzedi halleri, bağlılığı… Tabii benimki de neredeyse bir kölelik durumuydu!  Yemek tabağıyla yalvararak arkasından dolaşacak kadar…  Bir sokak tekiriydi, hiçbir fiziksel özelliği yoktu ama çok zeki, akıllı ve karakterliydi.  O’nun kaprislerini, inatlarını, öfkelerini, ince duyarlığını (hiçbir insanda görmediğim kadar) ve aşırı sevgisini hayranlık ve şaşkınlıkla izledim. Ve hayvanlarla ilgili hiçbir şey bilmediğimizi düşündüm.  İnsan  sevgisini, karşısındakini  yoklayarak veriyor… aklını devreye sokuyor, hesap yapıyor.  Tanıdığımda beş yaşındaymış Hulusi,  ne yazık ki bu müthiş yoğun ilişki çok kısa sürdü.  Birbuçuk yıl sonra onu kaybettim.  Sağlığında onun hallerini çizerek, boyayarak  yakalamaya çalıştım;  resimler böyle  çıktı. Bazılarına bakıp gülümsüyorum; o küçücük varlığın bir hin duruşunu görüyorum bir resimde, ötekinde  bir böceğin peşinde dünyanın en ciddi işine kalkışır pozda… ve bu ufacık canlı, bu kadar  şiddetli duyguları  o  küçücük gövdede nasıl barındırır diye hala şaşırıyorum…

200 x 300cm.lik bir tuvalde tek başına  bir bulut gibi çöküyor üstüme… 12 yıl sonra onu hala böyle yoğun taşıyorum.

Renkleriniz resimlerinizi bana ele veren en önemli ipuçları… Kedi resimlerinizde de bunun böyle olduğunu fark ettim. Bu renklere bağlılığınız hakkında neler söylemek istersiniz?

Yukarda anlattığım ilişkiye dair  gerçekler, resmin gerçeğinden tümüyle bağımsız tabii.  Plastik olarak  o dilin gerçeğini yaratmak zorundasınız.  Benim sanat yolculuğuma eşlik etmiş konular,  doğal nesneler, insan gövdesi, şimdi bir kedi,  aynı bakış açısının ürünleri.. aynı boya sürüş ve renk kaygısı, aynı  tarz kompozisyon ve yerleştirme  seçimiyle  yeralmaktalar  resimsel evrenimde. Bu bağlamda Hulusi de,  resmin konusu olunca,  bir zencefil kökü ya da şeftali çekirdeğinden farksız benim için.

Lucian Freud resimlerini şöyle tanımlıyor: “ Boyanın ete dönüşmesi “Bu resim sanatı için çok önemli bir tanımdır. Bu sergideki plastik amacımı ben de, “Boyanın Hulusi’ye dönüşmesi” olarak tanımlıyorum.

Şunu da eklemeliyim:  Şirin ve sevimli kedi resimlerinden hiç hoşlanmam. Bu tür resimlerde kediyi bir ‘yan canlı’ olarak görme eğilimi sezerim, insanla eşit bir varlık değil de, insanı eğlendiren, ona eşlik eden ikincil bir canlı olarak görme tavrı algılanır. Oysa bu serginin amacı bir varlıkla olan yoğun ilişkimin tortusunu yansıtmak. Hulusi benim için bir kedi değil; bana eşit bir varlık…

Resim – mekan ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Mekanın ruhunu nasıl etkilerler?

Resim-mekan ilişkisi görsel sanatlarda önemli ve belirleyici bir konudur. Özellikle benim işlerimde esaslı bir  meseledir. Resimlerimin büyük boyutta olması, benim için hem fiziksel bir ihtiyaçtır, hem de mekana karışmak, mekanı  dönüştürmek açısından önem taşır. Yaratıcı eyleme tüm gövdemin karışması ifademin niteliğini  tanımlar;  sergilerimden biri örneğin,  26 metre uzunluğunda tek bir tuvalden oluşmaktaydı. Bu mekanı belirleyici bir edimdir.  “İki ucu açık, başladığı ve bittiği yer belirsiz, soyut bir oluşum anlatısı” olarak tanımladığım “Önce” adlı bu işin yanısıra,  “Zaman-Kişi- Mekan” kavramıyla  kurguladığım 2004 yılındaki sergimde, yine 20 metreden oluşan tek bir tuval yeralmaktaydı.

Boyutun etkisi  sanat yapıtıyla karşı karşıya durduğumuzda ortaya çıkar. Her ne kadar çağdaş teknolojik ortamlar sanatın dolaşımına olumlu bir katkı sağlasa da, eserin aslıyla birebir ilişkilenmenin yerini bence tutamaz. Örneğin, “Kedinin Anlamı- Kediden Başka” adlı bu son sergideki 200 x 300cm. boyutundaki  resmin karşısında bizzat bulunmadan, Hulusi’nin kaybından 12 yıl sonra üstüme hala bu yoğunlukta çöken etkisi algılanamaz.

 

Bir sanatçı olarak insanlığın ve uygarlığın geldiği noktada neler hissediyorsunuz? Nereye doğru evriliyoruz sizce? Temenniniz nedir? Önerileriniz nedir?

Uygarlığın geldiği noktayla ilgili sorunuza  yanıt vermek, başlıbaşına uzun bir metin gerektirir. Belki de bu konuda hiç konuşmamam daha doğru…  iyimser görüşler öne sürmem olanaksız çünkü… Şu an içinde bulunduğumuz durum bile bu sorunun yanıtını oluşturabilir…Bence bu olağandışı, hatta gerçeküstü dönem atlatıldıktan sonra, insan ilişkileri eski haline bile geri dönmeyecek. Eski hali olumlu olduğundan değil, o hale bile demek istiyorum.

Ölüm korkusu başarılı bir denek taşı niteliğinde;  insanın gerçek yüzü bu gibi durumlarda ortaya çıkıyor.  Canını kurtarmak kaygısıyla diğerinin üstüne basmak insanoğlunun en sık rastlanan özelliği.  Aklını  teknolojik gelişme için kullanan  bu canlı türünde, insanlararası temel ilişkilerin niteliği olumlu anlamda hiçbir evrim geçirmedi… Moliere’in, Shakespeare’in, 17. , 16. yüzyıldaki karakterleriyle bugünküler arasında fark yoktur. Uygar insan olmak çok  güç iş. Ben insanoğluna inancımı tamamen kaybetmiş biriyim. Yeryüzündeki en zararlı yaratık bence insan. Doğaya, havaya, hayvanlara ve birbirine bu kadar zarar veren başka bir canlı türü yok.

 

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.