Barış Cihanoğlu: “Eserlerimde insanlar var, hayatın katmanları ve yansıması var. O yüzden kurgularım yaşam kadar acı, yaşam kadar ağır ve yaşam kadar karmaşık..”

0 410
Barış Cihanoğlu’nun son dönem portrelerinde izlediğimiz deformasyonlar zihnin akışını sembolize ediyor.. Tüm varlığı oluşturan canlı-cansız her şey, bilinen enerji ve maddeler dışında, bir de görünmeyen, tespit edilemeyen enerji alanları tarafından organize edilmektedir. Bu alanların etkileri zaman ve mekana bağlı değildir. Ana düşünce, her şeyin bir tür bütünsel boyut ya da güç tarafından kontrol edildiği, algıladığımız dünyadaki her şeyin, örtülü bir titreşimsel frekansla “ortak alana” bağlı olduğudur.
Sanatçının 18. solo sergisini oluşturan “Ortak Alan”ı 26 Şubat’a kadar Galeri İlayda’da izleyebilirsiniz.
Eserleriniz üzerinden sanatınızın zaman içindeki gelişim ve değişimini anlatır mısınız?
1994 senesinde Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’ne girdim. Tek tercihimdi Resim Bölümü. O günden bu yana 20 seneyi aşkın resimsel serüvenimde birkaç farklı yaklaşımda sadece figüratif resimler ürettim.
Akademi eğitimi ve sonrasında geçen yaklaşık 5 yıl, resmimin temellerini attığım zamanlardı. Bu süreçte klasik figüratif ekolde ilerlerken, daha çok optik gerçekçiliğe yakın resimler ürettim. Bu resimlerde konularım daha çok iç mekan ve tekli figür kompozisyonları idi. Genellikle iç mekan ve doğa insan ilişkisi üzerine kafa yoruyordum. Sürekli yenilik arayan, deneyen ve dönüşen bir resmim vardı ama en başından beri çok daha temkinli ilerlemeyi ve sanat tarihinden ustaların izinde yürümeyi kendime ilke edinmiştim. Kendi zamanımın yaklaşımlarını elbette takipteydim fakat resimsel anlayışımda büyük ustaların eserlerindeki lezzeti yakalamaya gayret ediyordum, kendi resmimde de o niteliği arıyordum.
Rönesanstan bu yana ilerleyen sanat tarihindeki süreçleri sindirerek ilerliyor ve kendi resmimde bu teknikleri sırasıyla uyguluyordum. Uzun yıllar temellerini attığım klasik dönem sonrası, modern sanatın büyük ustalarını referans almaya başladım. Modern sanatta özellikle Picasso ve Max Beckman resmine ilgi duyuyordum.
Çalışmalarım 2003 yılı sonrasında büyük bir kırılma ile farklılaştı, o yıllarda yoğun dışavurumlar başladı, renk leke ağırlıklı kalabalık figürlü, sürrealist kompozisyonlar üretmeye başladım.  Bu yeni resimlerimde grup figürleri, kalabalık aileler, şehir hayatı ve çocuk figürleri ağırlıktaydı. Resimlerimde gözle görülen en temel değişim mekanlarda oldu, artık figürler klasik bir mekana bağlı değildi, adeta boşlukta durmaya başladılar. Resmi zamanla tamamen klasik 3 boyutlu perspektiften kopararak, düz bir satıh haline dönüştürdüm. Figürlerim bazı yerlerde 3 boyutlu, bazen 2 boyutlu formda resmediyordum, mekanlar ve zeminler düz satıh olarak iki boyutlu resmediliyordu. Bu dönemde resimlerim daha içe dönük ve karmaşıktı. Tema olarak özellikle şehir hayatındaki yabancılaşmayı ve kimlik arayışı meselesini resmediyordum.  Bilinçaltı göndermeleri olan adı konulmamış bir dünyanın figürleriydi onlar. Bu yeni anlayışta uzun süre farklı kompozisyonlarda eserler ürettim, her eserimde daha da geliştirdiğim bu anlayış resimsel dilimin oluşmasında önemli katkıları oldu. Bu dönemde kendimi bulmaya ve sanat camiasına adım atmaya başladım. Ulusal yarışmalarda kendi alanımda dokuz adet ödülün sahibi oldum, onlarca sergi açtım. Çağdaş sanat fuarlarına katıldım ve resimlerim daha da bilinir oldu.

 

Bu uzun dönemin ardından üçüncü büyük değişimi 2011 senesinin sonuna doğru yaşadı. Özellikle portrelerde başlayan bir değişim görüldü resmimde. Zaman kavramı ve zamanın insana etkileri konusunda yoğunlaştım, zihin temelli bilinçaltı hareketi irdeleyen resimler üretmeye başladım. Portrelerde zihnin hareketini ve zamanın akışını sembolize eden sıra dışı deformasyonlar bu süreçte görülmeye başladı. Portrelerde uyguladığım bu defomasyonlarda en temel anlamıyla zihnin yönelimi ve zamanın akışını görmekteyiz. Heraklitos’un’’ Aynı nehirde iki kere yıkanılamaz’’ önermesi ile,  zamanın akışı ve değişimine dikkat çekiyordu. Eserlerimde bu akış görülmekte. Figürler durağan konumdayken, zihinleri hareket ediyor. Portrelerde uyguladığım kaymalar zamanla bir imzaya dönüşerek benimle birlikte anılır oldu. Zaman kavramı ve zihin ile ilgisi bugüne kadar sürdü, bu kavramlar ile üretmeye devam etmekte.
Sanatımda dördüncü büyük değişim, tuval dışında başka bir malzeme (ahşap) üzerinde resim üretmem ile oldu. 2014 senesi başında ilk kez tuval dışına çıkmış oldum. Resim atölyesi haricinde bir de ahşap atölyem bulunuyor. Geliştirdiğim ‘’özel teknikle’’ büyük boyutlu ahşap eserler ürettim. İlk aşamada ahşabı yakarak kömürleştiriyor, siyahlaşmış yüzeyi sabitleyip fon olarak kullanıyor ve onun üzerine yağlı boya ile müdahale ediyorum. 2014 senesinde açtığım ‘’Kül’’ isimli sergide yanmış ahşap eserlerimle ses getirmeyi başardım, sanatımı başka bir noktaya taşımış oldum.
Son sergi çalışmalarınızın hikayesi nedir?
Galeri İlayda’da açtığım ‘’Ortak Alan’’ isimli yeni sergim, bahsettiğim alt yapı ile hazırlanmış bir sonuç olarak görülmelidir. İçerik olarak, modern bilimin son zamanlarda sıklıkla dile getirdiği bir yaklaşımdan yola çıkarak oluşturuldu: ‘’Tüm varlığı oluşturan canlı-cansız her şey, bilinen enerji ve maddeler dışında, bir de görünmeyen, tespit edilemeyen enerji alanları tarafından organize edilmektedir. Bu alanların etkileri zaman ve mekana bağlı değildir’’.
Ana düşünce her şeyin bir tür bütünsel boyut ya da güç tarafından kontrol edildiğidir. Algıladığımız dünyadaki her şey, örtülü bir titreşimsel frekansla “ortak alana” bağlıdır. Eserlerimde, adı konulamayan bir zamanda, boşluğun ortasında duran, çekirdek aileler, arada kalmış insanlar ve yalnızlık teması bu yaklaşıma göndermeler yaparak oluşturuldu. Büyük boyutlu portreler ve kalabalık kompozisyonların çoğunlukta olduğu sergi için hazırladığım resimlerin kurgusunu, desen omurgası üzerine yoğun boya katmanları istifleyerek oluşturdum.
Sizi yaratmaya iten, tetikleyen unsurlar, ilham kaynaklarınız nelerdir?
Benim üretim sürecim şarj – deşarj şeklinde ilerliyor. Birikerek taşma durumu, şarj olarak, içinizde bir şeyleri biriktirmenizle  gerçekleşiyor. Sanatçıların, hayatı deneyimledikçe, zaman içinde oluşan içselleştirilmiş meseleleri vardır. Bunlar birikiyor ve ortaya bir şeyler çıkmaya başlıyor. Bu süreci doğru anlayıp doğru yönlendirebilirseniz zaten serginiz yavaş yavaş belirginleşiyor. O saatten sonrası, sadece meselenin adını koyma meselesi. Temaları belirledikten sonra da yoğun bir şekilde üstüne gidip üretmeniz gerekiyor. Benim süreçlerim bu şekilde, çok doğal gelişiyor. Kendiliğinden oluşuyor ve son adımda sadece adını koyma meselesine dönüşüyor. Bu süreç, bir anlamda yanmaya benziyor yavaş yavaş yanarak sonunda küle dönme gibi..

 

Resimlerimi üretirken insanı ilgilendiren konuları seçmeye çalışıyorum. Bu coğrafyaya özgü temel meseleler var, onları çok önemsiyorum, genelde onlarla ilgili üretiyorum. Her zaman ana meselem insan.. Eserlerin fikirsel alt yapısını kurmam ve kurguları oluşturmam çok uzun bir zaman alıyor. Her yeni seri için yoğun bir alt yapı çalışması yapmam gerekiyor. Alt yapı tamamlandığında sergi fikri oluşmaya başlıyor. Her sergimi mevcut birikimlerim üzerine yenilikler ekleyerek oluşturuyorum. Resim bana göre doğuştan gelen bir yatkınlık ve duyarlılık meselesidir;  o sizde doğuştan varsa o yolda daha çabuk sonuç alırsınız. Benim şansım ailemin birçok üyesinde resim yeteneği var. Bunun büyük avantajlarını gördüm, hem sürecim daha hızlı oldu hem de işin içine girmem zor olmadı. Elbet sanatçının en önemli esin kaynağı kendi yaşamıdır, Ben yaşayarak resmediyorum hatta ben ‘’resim yaşıyorum’’ derim sıklıkla.. Sizde ne varsa onu dışa vurursunuz. O yüzden kendinizi doldurmanız mühim..  Bu doluluk zamanla taşmaya başlıyor, dışarı taşanlar malzemeye damlıyor. İşte sanat buradan doğuyor… Yaratma sürecinde bu yaşıma kadar biriktirdiklerim yol göstericim oluyor.. Sonrasında, izlediğim filmler, okuduğum kitaplar, gezdiğim yerler, araştırdığım konular ve taradığım görseller üst üste birikiyor. Hepsi bir araya gelerek doğal bir yaratım süreci ilerliyor.
Sanat ve sanatçı tanımınızı alabilir miyim?
Ben sanatı nefes almak kadar doğal bir eylem olarak görüyorum. Sanat samimiyet işidir.. Ben de işime mümkün olduğunca dürüst yaklaşmaya gayret ettim; umarım karşılığını daha iyi bulacaktır.
Rus yönetmen Andrey Tarkovsky  “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun; filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.’’ der.  Bu mühim bir konudur.. Kendi sürecimde de bu saf ilişkiyi yitirmemeye gayret ettim… Ben bu dünyayı sanat ile değiştirmek istiyorum, insanlara söyleyecek yeni duyulmamış sözlerim var, beni rahatsız eden şeyler var. Hepsini sanatımla dışa vuruyorum. Benim eserlerimde insanlar var, hayatın katmanları ve yansıması var. O yüzden kurgularım yaşam kadar acı, yaşam kadar ağır ve yaşam kadar karmaşıklar. Sanatımla varoluşumu ispatlamaya çalışıyorum ve kendi parmak izimi arıyorum. Bu dünyada parmak izimi bırakmak istiyorum…
Sanat yapma eylemi benim için özetle bunu ifade ediyor. Görüntüler sadece bir araç benim için. Her sanatçı bir iddiacıdır ve tüm dünyayla hayatı pahasına bir iddiaya girer. Bu iddiayı ispatlayabilmek içinde tüm yaşamını ortaya koyar, her şeyi bu iddia uğruna reddeder, onu mutlu eden şey, ne para, ne konfor ne de başkalarının uğrunda can attığı rahat yaşamdır. O tüm bunları elinin tersiyle itebilen insandır.  Sanatçı yalnız ‘’yaratma mutluluğunun’’  verdiği tarifsiz anlar için yaşar, onun mutluluğu orada saklıdır. Bunu dışarıdan anlamanız mümkün değil.
Çoğu insan sanatçının diğer insanlardan daha farklı olduğunu düşünüyor. Sizce de böyle mi? Neden?
Sırası gelmişken sanatçının bu özel durumu hakkında geçenlerde başka bir yerde yazdığım bir yazımdan alıntı yapmak isterim size. Yazımın başlığı ‘’Sanatçılar salaktır’’ idi. Sadece sanatçılara özgü bazı salaklıklar vardır.. Örneğin çok para kazanacağını bildiği halde, talep edilen eserlerinin tekrarını reddederler. Ansızın sonunu hiç düşünmeden yeni, beklenmedik, karanlık yollara sapabilirler. Sevenlerini yıkar geçerler, hatır gönül tanımazlar… Beklenenle, bekleyenlerle mücadele ederler hep. Kendi içlerindeki sonsuz yıkımın esiridir onlar. Sevileni değil, ürküteni arzularlar. Duvarlara yakışana değil, duvarları yıkana yakındır ‘’ciğerleri’’.. İşte benim bakışım budur.
 
Mutluluk ve sanat arasında bir ilişki var mı sizce?
Elbette var, mutlu insanların sanatı yoktur…
Sanatın insan yaşamındaki yeri nedir, ne olmalıdır?
Sanat insan olmanın ve varoluşun en belirgin göstergelerindendir, yalnız insana ait bir olgudur sanat. Aynı zamanda içgüdüseldir, varoluşumuzu en çok onunla ispatlayabiliriz. Birey olarak da toplum olarak da sanata ihtiyacımız vardır. Bu konuda en bilinen sözlerden biri Atatürk’e aittir: ‘’Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir’’.. Bu çok doğru ve yerinde bir tanımdır. Sanatsız kalan insan da, uluslar da, giderek körelmeye başlarlar. Sanat gündemin bir aynası gibidir, dönemin olayları ve geleceğe ışık tutan yenilikler hep sanat içeriklerinde yansıtılır. Sanata sempati duymak ve ona yakın olmak, hem bireyi, hem de toplumu aydınlatır.
Hayran olduğunuz sanatçılar ve eserleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Ben sırasıyla en eskilerden sırasıyla Michelangelo, Rembrandt, Degas, Beckman, Picasso ve çağdaş sanatta Bacon ve Richter’i seviyorum. Sanatta bir eşik olduğuna inanıyorum, oraya ulaştığınızda zaten insanları ve zamanı değişterecek güçte eserler ortaya çıkıyor. Burada saydığım sanatçılar işte bu noktaya gelebilmiş nadir isimlerden.

 

Günümüz sanatı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Güncel sanat meselesine biraz mesafeliyim ben. Çok fazla hızlı ilerliyor ve içi giderek boşalıyor gibi geliyor bana. Üretimler her geçen gün daha da anlamsızlaşarak sıradan olana doğru evriliyor. Mesela geçtiğimiz aylarda San Francisco Sanat Müzesi’nde yere konulan bir gözlük, insanlar tarafından sanat eseri zannedildi ve pek çok ziyaretçi gözlüğün fotoğrafını çekmeye başladı. Bu traji komik olayın bir çeşit milat olduğunu düşünüyorum, bu gelinen bir sonuçtu aslında. İçlerinde dolu, bir yere dayanan, gerçek sanat eserleri de var elbette, yanlış anlaşılmasın. Dünya sanatında Anish Kapoor ve Marc Quinn’i, Türkiye’de eskilerden İlhan Koman, Kuzgun Acar gibi ustaları günümüzde de Şakir Gökçebağ’ı beğeniyorum. Öngörüm, çağdaş sanatı bir gün kolaycılığın bitireceğidir. Sanırım artık kimse sanatın acılarını çekmek istemiyor, dikenli ve uzun yoldan yürümek istemiyor.  Bir de fazlaca teknoloji fetişizmi var; bir işin sadece teknolojik olduğu zaman ‘’çağdaş’’ olduğu sanılıyor, bu da başka bir yanlış. Malzemesini değiştirerek yenilikçi sanat yapılmış olmaz. O malzeme ile ne gibi yenilikçi bir fikir ortaya koyduğunuz önemli. Ben sanatın sunumundan ve malzemesinden ziyade özü ile ilgileniyorum, nasıl yaptığınız değil ne yaptığınız mühim. Kısacası içi olmayan sanatın ‘’dışı’’ beni ilgilendirmiyor…
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.