Mustafa Horasan: “Sanat kutsallaştırılmaması gereken bir şeydir…”

0 1.449

 

“İsimsiz”, 230×150 cm.,Tuvale yağlıboya, kömürkalem, mum, akrilik, 2007
Çağdaş Türk resim sanatının başarılı temsilcilerinden Mustafa Horasan ile bu röportaj için Feneryolu’ndaki atölyesinde buluştuk. Bilen ve üreten insanların mutevazı,net, titiz ve “dolu” hali onda da vardı…
Son serginiz “Labirent”i oluştururken yapıtlarından yararlandığınız sanatçıları seçmekte zorlandınız mı?
Zaten bildiğim, yapıtları üzerinde düşündüğüm, uluslararası sergilerde takip ettiğim, işlerini gördüğüm, kütüphanemde kitapları, yayınları olan sanatçılardı.  Labirent sergisi için denediğim “Hommage”,  yapıttan yapıta giden bir yol… Bir yapıttan başka bir yapıt oluşturma fikri. Grafik eğitimimden kaynaklanan bir metod bu. İllüstrasyon ya da resim yaparken bir fotoğraftan, bir hikayeden, bir başka resimden yola çıkarak resim oluşturursunuz…
Bir yapıttan başka bir yapıt yaratmaya kalkmak bir tevazu mu, bir iddia mı?
Karışık bir anlama – öğrenme süreci diyebiliriz. Labirent’in anlamı ve mantığı buydu.
Yapıtlarla kendini ve o sanatçının dünyasını anlama, kendi sanatını ele alma ve o sanatçıyı daha derinden kavrama… Bunun da geleneği eski bende. Bakmak ve öğrenmek…  İlk zamanlardan beri uyguladığım bir öğrenme metodu… Herkesin kendini geliştirirken uyguladığı bir metod aslında…
Labirentten sonra ne var, neler göreceğiz?
Nereye doğru gideceğimin kurgusunu yapmıyorum. Sezgisel bir yoldayım,  yürümekteyim. Gözüme takılan bambaşka bir şey beni heyecanlandırabilir. Üretme isteğimi köreltebilir, 1-2 sene aynı iş üstünde çalışabilirim.
Yapıtında dönüşüm yaşamamalı mı sanatçı?
Sanatçı aslında hayattan korumamalı yapıtı… Ayrıştırmamalı hayatıyla yapıtını. Hayat değişiyorsa yapıt da dönüşmeli.
Eserleriniz kitap kapağı oluyor. Leyla Erbil, Deniz Gezgin, Kemal Varol…bildiklerim.
Romandan, metinden, şiirden, fotoğraftan yola çıkarak çalışabilirim… Leyla Erbil ile yaptığım Cüce serisi gibi…
Bir çalışmam da Sel Yayınları’ndan çıkan bir kitaba kapak olmuştu. Mail geldi yazarından. “Onurlandırdınız, bu benim ilk romanım” demiş, teşekkür etmiş… Deniz Gezgin’in  Ahraz’ı. Okudum kitabı. Dalyan köylü Nezir’in hikayesiydi… Sağır, konuşamayan bir adamdı Nezir… Ama Leonardo gibi bir deha… Tükürükle Dalyan Kulesi’ni o yapmıştır. Çekül nedir bilmez, duvarın düzlüğünü yukarıdan aşağı tükürerek kontrol ederdi.  Tekne yapmış Sakız Adası’na gidip gelmişti. Yazar  onu hikayeleştirmiş kitabında. Ben Nezir’i tanıyorum. Dehasıyla gizemiyle benim aklımda kalmış bir adamdı. Aradım  Deniz Gezgin’e onu sordum: “Ne oldu Nezir’e?” diye… Yeni Asır gazetesi bir bisiklet hediye etmiş, binmiş Nezir, ama bisikletiyle giderken yolda kaza yapmış ölmüş. Üzüldüm…

Bugünkü sanat anlayışıyla 50 yıl öncesinin sanat anlayışı arasında ne gibi farklar var sizce?
Değişen düşünce biçimi, yeni malzeme ve yeni teknoloji… 50 yıl değil, 10 yıl öncesine göre bile faklılaşıyor. Değişmeyen insanın yaratma isteği… Ama anlamı ve içeriği değişiyor.
Tarihten hangi sanatçıyla müşterek bir proje gerçekleştirmek isterdiniz?
Benim meselem yapıtla. Sanatçıların yanyana gelmesinin sizi özgürleştirdiğini düşünmüyorum. Bu sadece eğlence olur. Arada sırada eğlenmeye de ihtiyacımız var tabii.
Bunu deneyenler olmuş. Gilbert and George ömürleri boyunca ortak iş yapmışlar. Hatta aynı isim altında… Bizde de Mental Clinic var. Beraber iş üretiyorlar. Yasemin Baydar ve Birol Demir… Bu benim için uygun bir şey değil.
Çocuğun sanat eğitimi nasıl olmalı? Olmalı mı?
Birçok çocuk çizer, çizmeyi sever, şiir yazmayı sever… Sadece “çizen bir çocuk” değil, farklı bir yol seçen çocuksa destek olunmalı. Çocuğun hocası, ailesi, çevresiyle birlikte geliştiğine inanıyorum.  
Hocanız, aileniz… Eğer çevrenizde size inanan kimseler varsa, tesadüflerin ve çevrenin etkisine inanıyorum. Hakkınızı teslim eden bir aileniz olması önemli. Benim ilk resmimi  babam satın almıştı. Şimdi istesem bana vermez onu…  O vakitler babamın verdiği o parayla gidip kendime yeni malzemeler  almıştım. Yıl 1980.
Bugün ben de kuzenlerime aynı şeyi yapıyorum… Çocuğun naifliğini bozmadan yapmak lazım. İnce bir sınırı var… Kalbini kırmadan gitmek gerek. Avrupa’da 8 yaşındaki çocuğa eğitim veren adam ayrı, daha büyük çocuklara farklı… Bizde hepsine aynı kişi eğitim veriyor… Birçok çocuk  bale eğitimi alıyor bugün ve bundan nefret ediyorlar biliyorum… Kulaklarımızı çeke çeke müzik öğretenlere ne demeli? Hassas iş sanat eğitimi…

 

“İsimsiz”, 45x35cm., tuvale yağlıboya, 2009

Kızınızın sanatla arası nasıl?

Geçenlerde masamda bir kağıt yumak bulup çöpe atmıştım. Meğer onun çalışmasıymış. Bozuldu bayağı! Ben de ona sanat ve çöp ilişkisini anlattım. Damien Hirst’ün bir sergisine koyduğu büyük bir küllükten bahsettim. İçi sigara izmaritleriyle dolu küllüğü sergi açılışından bir gün sonra gelen temizlikçinin sergi alanını temizlerken küllüğü de çöp zannedip nasıl temizlediğini ve sanatçının ertesi gün eserine müdahele  edildiğini gördüğünde tepkisini anlattım: Hirst  “Eserimi anlayan biri çıkmış işte!” demişti… Kızım bunun üzerine bana bir sürü soru sordu: “Küllük nasıl sergilenmişti?” “Tam olarak nerede duruyordu?” gibi… Ben de ona sanatın kutsallaştırılmaması gereken bir şey olduğunu, bazı sanat eserlerine dokunulmaması gerektiğini ama bazılarına dokunulabileceğini izah etmeye çalıştım. Ve sordum: “Bir sergide sanatçı resmin üzerine gerçek paralar yapıştırmış olsa, ve o paraları aç olduğu için, gerçekten ihtiyacı olduğu için bir insan alsa?” Bana “Gerçekten açsa olabilir… Alabilir” dedi. Ben de ona “İşte sanat böyle bir şey… olabilir” dedim… Konuyu kapattık..
Müdahele edilebilir sanat oluyor demek ki…

Bazı işlere müdahele edebilirsin, dokunabilirsin. Franz West’inki gibi… Hollanda’da Kröller-Müller Müzesi’ni geziyorduk. Bir enstalasyonu vardı. Alçı kütleler yapmış. Arkadaşım alçının birini alıp bir tarafa kaldırdı. Korktum telaşlandım. Aslında seyicinin de yapıtlara ve sergiye dahil olabildiği  bir sergiydi… Bazı işler böyle… Dokunabilirsiniz. Kamusal alandaki bazı işlere de dokunulabilir. Hatta dokunmalı… Ama bazı eserler hassastır dokunmamak gerekir…  İnsanlar çekiniyor. “Ben anlamam. Bilmiyorum. Çöpten adam bile çizemem” diyorlar… Önyargılarla geliyorlar. Algılama biçimleri sanatın kutsal olduğu yönde… Bu laflarla büyüyorlar. Halbuki “Ben çizemem, yapamam” dememeli… Kumla yap, gazoz kapağıyla yap. Başka bir şeyle yap…

“G.W.B.”, 200x170cm, tuvale yağlıboya, 2009

Sanat oluyor mu o zaman?

Sanatın adını biz koyamayız. Biz merci olamayız.   Ne olup ne olmadığını iddia etmek, tarif etmek, “sanat şudur, budur” demek belirleyici olmak isteğidir. İçimizdeki iktidar olma isteğidir. Olmadığımız bir şey oluşturur. Sanatı tarif etmek, iktidar olma isteğini de tarif etmektir. 
Küratörün biri  Damien Hirst için “şarlatan” dediğinde sergisini 450 bin kişi gezmişti bile… Adamın sergisi dünyanın en çok konuşulan sergisiyken küratörün gücü, o kişinin iktidarı bir şey değiştiremez. Sanat alır başını gider, siz ne derseniz deyin! 
Leonardo, Enstein bilim adamı mıydı? Sanatçı mıydı? Tartışıldı bu hep… Velasquez’e de biz karar vermedik…  Sanat organik yapısı üzerinden zaman içinde oluştu. Tarih içinde gerçek yerini buldu. Zamanında Duchamp yapıtlarının anlamı bugünkü kadar anlaşılmamıştı. 
Başınıza iyi bir şey gelir, güzel bir araba alırsınız. Çok sevinirsiniz. Bir zaman sonra o arabayla bir kazada  ölebilir ya da inanılmaz güzel seyahatler yapabilirsiniz.. Ne olacağını bilemezsiniz. Kararını baştan veremezsiniz…  
Dayatılan kodlarla yaşıyorsanız, coğrafi ve hayat kodlarıyla yaşıyorsanız farkında olmadan es geçtiğiniz şeyler olur… Kültürel olarak, ahlaki olarak size dayatılan şeyleri mutsuz olsanız bile zamanla  yapma isteğiniz uyanır. Ne anlamı kalıyor ki o zaman? 
Bence kültür tüketimi zeytinyağ tüketimi gibidir. Bazı ülkelerde azdır. İnsanın empati gücünü,  vizyon derinliğini sağlar kültür tüketimi. “Sanatın faydası nedir?” sorusu saçma gelebilir ama sorduğunuzu  varsayalım. Sanatın faydası kültürleri birbirine yaklaştırmasıdır… İnsanı ortaya çıkarmak için faydalıdır. İnsanları anlama, bütün coğrafyalarda kavrama isteği yaratır… Genellemeleri, kodları kırmak için kültür tüketmek çok önemlidir…
“Beykoz”, 140x160cm.,tuvale yağlıboya, 2010
İstanbul’u 5 duyunuzla tarif etmenizi istesem…
Ben koklayarak hissederim. İzmir’i  lağım kokusuyla mesela… İstanbul’u kokuyla tarif etsem. Başta boğazdan gelen deniz kokusu, ıhlamurların kokusuyla anlatırım. İstanbul’un kalabalık insan kokusu vardır. Bu başka bir yerde yoktur. Türkiye’de bu kadar karmaşık bir ortam bulamazsınız… Koku bombardımanıdır  İstanbul. Görselden çok kokusuyla hissederim ben İstanbul’u…
İstanbul’a dair bir hayal projeniz var mı?
İstanbul’dan kaçmak… İstanbul’a turist gibi gelmek isterdim.
İstanbul alışkanlıklarınız neler?
Sevmediğim şeylere bile, nemine bile alışmış olabilirim İstanbul’un…  Lodos tutar sinirleriniz bozulur. Hep serzenişte bulunuyorum diğer şehirlere gidince, ama her seferinde “Vay be. Ne güzel şehirmiş İstanbul” diyorum geri döndüğümde. Kıymetini bilerek dönüyorum.
Mustafa Horasan: 1990-Grand Palais-Paristanbul Sergisi, 1995-New York Türk Sanatçıları Sergisi, 1999-Sharjah Bienali, 2007-İstanbul Modern, Kesişen Zamanlar Sergisi, 2009-İstanbul Modern, Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar Sergisi ve 2009-Berlin, İstanbul Next Wave Sergisi kapsamında Martin Gropius Bau, Mustafa Horasan’ın yurtiçi ve yurtdışında katıldığı önemli sergilerden sadece birkaçıdır. 
Yurt içinde ve dışında özel koleksiyon ve müzelerde eserleri bulunan sanatçının son sergileri, 
İstanbul Pi-ArtWork’te 2012’de “Labirent”, 2010’da “Çarpışma  ve yine 2010’da “İçimdeki Şeytanı Öldürürsen Meleği de Öldürürsün” dür.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.