Selahattin Yıldırım: “Bütün dünya durmuş senin sanat yapmanı beklemiyor ki… Bedelini ödeyip yapmalısın. Sanat yapmak veya yapmamanın mazereti yok… Sanat Tarihi mazeretleri yazmaz. Yapılanları, ortaya konanları yazar. Gerisi kimsenin umurunda değildir. Ne yaptığınız, ne bıraktığınız önemli… “

0 769
Diyalog, 220x286cm, karışık teknik, 2008

Selahattin Yıldırım’ın resimleriyle ilk karşılaştığımda acıyı ve yalnızlığı hissedip ürpermiştim. “Peinture”ünün renkleri çığlık gibi gelmişti bana. Çağımızın iletişimsizlik ve yüzeysellik girdabında acı çeken ruhların çığlıkları… 

 
Sanatçıyla Feneryolu’ndaki atölyesinde biraraya geldik ve  uzun uzun sohbet ettik… 
Resimleriniz birbirlerinden epeyce farklı görünüyor?
Sizinle sohbet ederken nasılsam resim yaparken de öyleyim. Daha  az ya da daha fazla değilim. Bunun samimiyet olduğunu düşünüyorum. Samimiyetsizlik resimde fark edilir… Resimde rutinim yok. Dönemsel işler yapıyorum.
Nasıl, hangi durumlarda çıkıyor bu resimler?
Mesaimiz yok. İş adamı değiliz. Piyasa mantığını tercih etmiyorum.  Her gün ve her an faklı yaşanıyor. Bu da resme giriyor. Bazen de konsept belirleyip resim serileri yapıyorum. Duygusu bitince seri de bitiyor. Bir an bambaşka bir şey, şaşırtıcı bir şey çıkabiliyor ortaya.
Beğeni yaygınlaştığı zaman çok sürdürülebilir, tekrarlayan bir şey yapıyorsunuz demektir. “Ben bugün ağaç resmi yapacağım” diye resme başlayamazsınız… Üslup, istikrar mantığı pazara yöneliktir. Sanatçının elini kolunu bağlayan, dayatılan bir şeydir.
Kim dayatıyor?
Galerici, alıcı dayatıyor. Satıcı eser satıldığı zaman devamını istiyor. Alıcı aldığı şeyin değerini koruyacağından emin olmak istediği için sizin aynı tarzı korumanızı istiyor. “Bu da mı aynı ressamın?” diye şaşırırsa “Aldığım resim elimde mi patladı? Sanatçı tarzını mı değiştirdi?” diye sorabiliyor…
O zaman resim yapmak mesai gibi oluyor…
 
İsimsiz, 60x300cm, tuval üzerine yağlıboya, 2012
Ressamla sanatçı arasındaki fark var mıdır? Bu iyi ressamdır ama diğeri iyi bir sanatçıdır denebilir mi?
Bu yaratıcılık ve duruşla ilgilidir. Ressam “manière” olarak, teknik anlamda iyi değildir ama yaptıkları ve duruşuyla farklı bir yerdedir. Sanatçı yanı ressam yanını geçmiş olabilir. Günümüzde dünyayı algılama biçimi, olaylar karşısındaki görüşü ve duruşu onu ressam olmaktan bir adım öteye taşımıştır. Oturursunuz “peinture” şahane bir portre yaparsınız. Bu bir yetenektir. Ama bununla sınırlı kalabilir. Sadece bir figürdür.
İsimsiz, 115x300cm, tuval üzerine yağlıboya, 2012
Bir başkası resim yapar, amacı portre değildir. Yaptığı portre araçtır sadece… Acı mı çekiyor? Bir derdin pençesinde mi? Kendi lafınızı söylemek için bir portreyi olduğu kadar bir ağacı, bir masayı da araç edebilirsiniz. Dünyaya bakışınız önemli.  Peyzaj da yapabilirsiniz ama içinde başka bir şey söyleyebilmiş olmanız önemli. “Sınır” serimde peyzajlar yaptım. Dağlar var. Sonsuz arazi üzerinden sınır çizgileri geçiyor. Bir dağa bakıyorsunuz doğal bir oluşum. Sizin dışınızda bir oluşum… Bir yerinden gözünüzün göremediği bir çizgiyle bölünüyor. Bir tarafı size ait, bir tarafı doğaya… Burada eleştirel bakış ve algılama biçiminiz devreye giriyor. Ressamın “manière”i ile dışavurumu birbirinden ayrılıyor. İyi bir sanatçıda “manière”i büyük bir eksiklik olarak görmüyorum. Bir kağıdı kıvırıp da bir şey yapabilir…
Ne söylemek istediğiniz önemli değil mi? Bir de bunu izleyene ne kadar geçirebildiğiniz… 
Sanat yapmanın en önemli tarafı bu zaten. Bunun yolunu bulmak önemli… Sadece sizin hezeyanlarınız değil önemli olan… Karşı tarafa geçirebilmeyi becerebilmelisiniz…
 
İkili Büst, polyester, Contemporary 2011
Zor bir şey sanat yapmak…
Bedelleri göze almak gerekiyor. “Ah bi resim yapabilsem… Emekli olunca başlayacağım” demekle olmuyor. Göze alarak yola çıkınca oluyor ancak. Hocam Mehmet Özet “Ressam olmanın bedelleri var. Bütün ömrü hiçbir şey yapamamış olma riski de var…” demişti: “Bunu göze alabiliyorsan başla! Bunu sen istedin sızlanma, işine bak…”
“Atölyem yok, malzemem yok, satamıyorum…” diye sızlanmayacaksın. Bütün dünya durmuş senin sanat yapmanı beklemiyor ki… Bedelini ödeyip yapmalısın. Sanat yapmak veya yapmamanın mazereti yok… Sanat Tarihi mazeretleri yazmaz. Yapılanları, ortaya konanları yazar. Gerisi kimsenin umurunda değildir. Ne yaptığınız, ne bıraktığınız önemli… 
Neyi önemsiyorsunuz?
Şunu yapmaya çalışıyorum: niye resim yaptığım önemli. Başka yapabileceğim şeyler var aslında. Zekamı, el becerilerimi başka şeyler için de kullanabilirim. Ama neden resim yapıyorum? Neden müzik yapıyorum?
Neden?
Kendinize ait, söyleyeceklerinize en uygun yöntemi bulmak önemli, resim, heykel, müzik, mühendislik… Kendinizi ifade etmenin en iyi yolu olmalı. Benim için en iyi dil resim… Ama heykel de yapıyorum. Önemli olan kendinizi en iyi ifade eden dili yakalamak ve en iyi aracılık edecek  malzemeyi kullanmak. Bu kağıt olur, taş olur… O an içimden ne gelirse ve neyle ifade edebiliyorsam onunla yola çıkıyorum.

İsimsiz, 130x195cm, tuval üzerine yağlıboya, 2012
Ne anlatmak istiyorsunuz?
Eleştirel bir gözle, sorgulayan bir gözle, merakla bakıyorum. Gördüğüm şeyin arkasını görmeye çalışıyorum. Mutluluk mu? Hüzün mü? Tarihini merak ediyorum. Geriye doğru gitmeyi seviyorum. Duruma ilişkin yapmak yerine, tarihi olan arka planı olan ya da ileriye dönük duyguyu vermek istiyorum. İnsanın tarihçesini yapmak istiyorum.
 
Bu öpüşme resminizde ne var?
Burada  dramatik bir şey var. Öpüşme değil aslında… Daha derin bir şey…
 
Öpüşme, 2011
Ya bunda?
Mecburiyet var… Dikişlerden hissetmişinizdir…
Evet sıradan bir öpüşme. Katlanılanan… 
İstanbul’u 5 duyunuzla tarif edebilir misiniz?
Gözüm sevimsiz boşluksuz kalabalık yığınlar, bina ve insan kalabalığı görüyor. Yaşama değil, sığınma anlayışıyla yapılmış mütehaahhit binaları görüyor…
Kulaklarım gürültü algılıyor, penceremi açmak istemiyorum hiç.
Tat duyum çok seçenekli. Duygusal algıladığım sürprizli tatlar var. Duygusu çok fazla. Uzak kalamayacağın bir duygu.. Deniz, orman, dağ, kaos…tadları…
Dokunma duygusu ise kayıp İstanbul’da. Tarih korunamamış. Saklanamamış. Floransa’ya gittiğimde binalara dokunuyorumdum. Sanat tarihini bildiğim için Michalengelo buradan geçmiştir… diye düşünerek dokunuyorum. Bina aynı bina. Köprü aynı köprü. Öylece duruyor… Bizde ise dokunma duygusunu yaratacak bir şey kalmadı… Her şeye müdahele edilmiş… Her yer dönüştürülmüş. Olduğu gibi kalabilmişlere dokunma şansımız yok zaten. Camekanlar arkasına saklanmış. İstanbul dokunma duygusunu kaybetmiş. İnsanlar selamlaşırken bile artık birbirine dokunmuyor, kafa kafaya tokuşturuyorlar.
 
Ya koku?
İstanbul hüzün kokuyor. Dramatik, travmatik bir şehir. Gülen bir yüz gördüğümde yabancı olduğunu hemen anlıyorum. Telaş ve koşturma var. Acı çeken ifadeler var.
İstanbul’u Sevmiyorsunuz…
10 gün uzak kaldığımda özlüyorum. Geldiğimde ise “lanet olsun” diyorum… Dinamik bir şehir İstanbul. Kaos var, sunduğu sayısız sürprizler, seçenekleri var… 
İstanbul ile ilgili bir hayal projeniz var mı?
Deprem olsa yıkılsa sıfırdan kurardım. Boğazın etrafını tamamen boşaltırdım. Sadece sudan ulaşılabilecek yerler yapardım. Büyük alanlar, parklar, bahçeler, yeşil alanlar ve dev heykeller… belki gökdelen gibi heykeller yapardım. Bina yok!! çadırda yaşasınlar. Ağaç kovuklarında, sallarda yaşasınlar…
Tarih kalsın. Osmanlının çöküş döneminden öncesine kadar kalabilir. Bütün eski uygarlık kalıntılarını yeniden inşa ederdim. Bir gravür görmüştüm. 1700 sonlarına doğru Galata görünüyordu… Üsküdar’da sadece bir – iki yerleşim yeri vardı. Her yer bomboş görünüyordu o gravürde…  
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.