Sema Boyancı Ünsalan: “Estetik algısı ve arayışı insanın doğasında vardır. Yıllar içinde aldığı eğitim, yaşam koşulları ve biçimiyle estetik düzeyi de gelişip yükselir..”

0 448

Bir gravür sanatçısı ile bugünkü röportajım. Sema Boyancı Ünsalan ile Datça’daki ferah ve huzurlu atölyesinde görüştük..
 
Ne zamandan beri Datça’da yaşıyorsunuz? Üretkenliğinizi artıran bir yer mi oldu?
Datça’ya  2002 yılının başında geldik. Artık Datça’lı olduk diye düşünüyorum.. 16 yıldan sonra.. Gerçeği söylemek gerekirse, her ne kadar hiçbir şey değişmedi gibi gelse de, düşünüp karşılaştırdığımda, gelişim sanki bir milat gibi.. Ankara’da son derece aktif, hareketli (galeriler, sergiler, açılış kokteylleri, sanatçı dost sohbetleri, akşamüzerleri galeride sanatçı dostlarla tavla partileri, söyleşiler, TV programları, çekimler gibi daha çok dışarıya dönük) bir yaşamım vardı. Ve benim iki yılda bir, bağlı olduğum galeride, bir ay sergileme zamanım vardı. O iki yıl süresince bu sergi için çalışırdım ki gravür işçiliği ağır bir tekniktir, çok çalışarak ancak hazırlayabilirdim. Ekim – haziran arası sergi sezonunda, sürekli olarak , katılmamız gereken dost sergisi açılışları olurdu. Belki de bu tempodan çokca yorulmuştum farkında olmadan.. Datça’ya geldiğimde uzay boşluğuna düşmüş gibi oldum. Derin bir sessizlik, sükunet geldi yaşamıma. Buna ihtiyacım varmış..
İki yılda bir sergi açma zorunluluğumu kaldırdım hayatımdan. Galerici dostlarımla konuştum ve “ne zaman hazır olursam o zaman açarız” dedim..Ve sakin yaşam sürecim başladı.. Üretkenliğim arttı mı? Bence fazla bir şey değişmedi.. Buraya gelirken aklımda iki sergi projem vardı.. Her şeyi planladığım için, tuvallerimi ve alt yapıyı Ankara’da hazırlatıp gelmiştim. Fakat Datça’nın doğasından, güzelliğinden o kadar etkilendim ki; bütün projeleri kenara koyup, önce ” Kaf Dağı’nın ardı Datça” yağlıboya sergisini, ardından “Datça Gravürleri” sergisini hazırladım. Ardından -bir bakıma- retrospektif sergilerimle bir kitap yaptık. O da uzun bir süreç gerektirdi. Hem Ankara hem İstanbul’u kapsayan 200 – 250 resimlik büyük sergilerdi. Datça gibi her yere uzak bir noktadan kotarabilmek oldukça zahmetliydi ve zaman istiyordu. Sonuç olarak üretkenliğimle ilgili birşey değişmedi denilebilir.
 
 
Eserleriniz üzerinden sanatınızın zaman içindeki gelişim ve değişimini anlatır mısınız?
Resimlerimle ilgili gelişim süreci, bana göre doğal seyrinde ilerledi.. Ben 1974 yılında mezun oldum.. İlk yıllar çocuklarımın dünyaya gelişi nedeniyle yavaş yürüdü ama ara vermeden çalışmalarımı sürdürdüm. Bir ressamın kendi içsel kavgası, karakterinin oturması, kendini keşfedip bulması için; öncelikle çok ve deneysel çalışıp kendine uygun tekniği, boyasını, fırçasını tanıması, resimden ne anladığını, tavrını ortaya koyması lazım. Bunun için uzun bir süreç gereklidir.. Benim başlangıçtaki üç-beş sergim, bu içsel kavgalarla geçti.
1996-97 yıllarından sonraki resimlerimde, sanata bakışımla, tavrımla ilgili taşlar yerine oturmaya başladı.. Sanatçının üretiminin özgün olması gerektiği düşüncesi kesinleşti herşeyden önce. Her alanda olduğu gibi, burada da dürüstlüğün altını çizmek gerek! Buradaki dürüstlükten kasıt; üretiminize dışarıdan etki eden, üretim çizginizi etkileyen bir dış etkenin olmamasıdır. “Ne yaparsam daha çok satılır, ne yaparsam sanat eleştirmenleri olumlu şeyler yazar? Ne yaparsam daha çok beğenilirim, hakkımda yazılır çizilir?” vs.. düşüncelerinden uzak olmak gerek!
Ve doğal olarak okumak, dünyanın çeşitli büyük metropollerindeki çağdaş sanatlar müzelerini gezip görmek, her yıl, iki yılda bir, dört yılda bir açılan “avant-garde” çalışmaların sergilendiği büyük sergileri görmek, ressamın kendi gelişim sürecini besleyip geliştiren önemli gerekliliklerdir. Ben de olanaklarım elverdiğince bunları yapmaya çalışarak, kendimi besleyip sanatsal sürecimi geliştirmeye çalıştım..
Son çalışmalarınızın hikayesi nedir?

Şu anda, üzerinde üç yıldır çalıştığım bir sergi projem var.. Aslında bu proje, ben Ankara’dan gelirken yapmayı düşündüğüm ve gerekli dökümanları 16 yıl önce hazırladığım bir sergi  fikridir. Tema: “Estetik & İçgüdü”. Estetik algısının, arayışının insanın doğasında var olduğunu, yıllar içinde aldığı eğitim, yaşadığı koşullar, yaşam biçimiyle ilgili olarak estetik düzeyinin de gelişip yükseldiğinin altını çizen bir sergi olacak. Ve kadın cinsinde bu algının daha gelişmiş, daha canlı olduğunu vurgulayan resimler olacak.. Oluyor.. Dağın başında ,üç beş evlik bir köyde hiç eğitim almamış bir kadın bile, evine divan örtüsünü almaya gittiğinde birçok seçenek içinden birini seçer. Neye göre? Kendi estetik algı düzeyine göre elbette.. Mutfak raf örtülerini, başörtüsünün kenarlarını dantelle süsler, tenekelerde bile olsa sardunyalar diker penceresinin önüne, merdivenlerine koyar. Yaşadığı ortamı güzelleştirme çabası içindedir.. Keza dokuduğu kilimler, yaptığı nazarlıklar..  Son derece plastik ürünlerdir bunlar.. Datça’da çokça görürsünüz örneklerini.. Bunları vurgulayan resimler yapıyorum şu anda. Ocak 2019’da İstanbul’da Kuzguncuk’ta sergim olacak. 

Sanat ve sanatçı tanımınızı alabilir miyim?

Sözlük olarak sanatın birçok tanımı yapılmıştır.. Bana göre, yapılan bütün tanımlar biraz eksiktir. Genel olarak tanımlar şöyledir; duyguların, düşüncelerin, almış olduğun eğitim ve görsel birikimle harmanlanarak, kendine yakın gelen alanda dışavurumudur.. Görsel veya fonetik olarak.. Yalnız her dışavurum, eğitimini almış olsan bile sanat değildir.. Ya da şöyle söyleyelim, her sanat adına yapılmış üretim “eser” değildir.. Her resim, müzik, heykel vs. üreten kişi de sanatçı değildir.. Bu üretimlerin eser niteliği taşıması için çoook başka özellikler içermesi gerekir.. Her şeyden önce özgün olması gerekir. Yeni ve yenilikçi tavrı olması, resimsel değerlerle içeriğin dengesi, vurgusu… Neredeyse oturup bir kitap yazılabilecek kadar nitelikleri taşıyor olması gerekir ki, özetlemek bile eksik duygusu yaratıyor. Bir de asıl önemli noktalardan birisi; bir sanatsal üretimin eser niteliği taşıyıp taşımadığını tarih belirler.. Örneğin, Manet, “Kırda öğle yemeği” eserini ilk olarak o dönemin en büyük yarışmalı sergisi için yapmıştır. Paris’in sanat otoritelerinden oluşan jüri, resmi görür görmez küplere binmiş, “Bu ne rezalet? Bunlar sanat değil, çöp!” diyerek camdan aşağı atmışlardır. Manet ile birlikte diğer ilk empresyonistlerin eserleriyle birlikte… Bahsettiğimiz bu eser bugün Paris’in en görkemli müzelerinden biri olan Musée D’Orsey’in baş köşesindedir..

Bugün Türkiye’de bu kavramlar çok karıştı bile diyemeyeceğim, yerlerde sürünüyor.. Devlet televizyonlarında “sanatçı” diye adlandırılan bir sürü kişi var.. Bunun gibi yüzlerce örnek verilebilen bir ülkede yaşıyoruz. Bir-iki yıl bir yerlerde kurs almış bir kişi Datça Belediye Sergi alanında sergi açmış, onunla söyleşi yapmaya gelen bir başka kişi “Siz sanatçı olarak, bu eserlerinizi tescil ettirdiniz mi?” diye soruyor. Hobi kursları almış başka bir kişi, sergisi sırasında “Bakın bu eserleri dünyada ilk kez ben yaptım” gibi komik bile diyemeyeceğim bir cümle kurabiliyor.. Bunlara “eser” dersek, öbürüne “sanatçı” dersek Picasso’ya, Manet’e, Van Gogh’a ne diyeceğiz? Onların eserlerinin adı ne olacak? Sonuç olarak; eğer sanatın herhangi bir alanı ile ilgileniyorsak  -sadece izleyici olarak bile ilgileniyorsak- kesinlikle okumak, kendinizi eğitmek, izlemek, bilgilenmek gerekir. Yoksa, elbette herkes resim yapsın, besteler yapsın, şiirler yazsın. Ne  güzel! Ama “Sanat ve sanatçı nedir?” bilinmesi gerekir. Yoksa büyük büyük iddialı laflar söyleyip gülünç duruma düşme riski büyük! 

 
Kategorik olarak bakarsak; piramitin en tepesinde “deha”lar vardır. Sayıca çok azdır. Sanat tarihi sürecinde yüzyılda bir ya da iki-üç deha çıkar… Sonra sanatçılar gelir, sayıca daha fazladır, bulundukları tarihsel süreç içinde sanat tarihinin çizgisini değiştirirler. Onların da altında ressamlar vardır, sayıca sanatçılardan daha fazladırlar.. Bulundukları süreçte, sanatçıların geliştirdiği sanatsal çizginin sürekliliğini sağlarlar bir sonraki gelişim sürecine kadar.. Bence özetle bu böyle.

 

 

Sanatçının diğer insanlardan farkları nedir sizce? 
Çok sevgili dostum, ağabeyim, değerli bir sanatçı olan Zafer Gençaydın bir sohbetimizde, biraz esprili olarak, “Sanatçı, rastlantılara rastlayandır” demişti.. Hiç unutamadığım güzellikte bir saptamaydı.. Çokca bilinen şekliyle söylenecek olursa; bakmakla görmek arasındaki fark gibi. Tabii bu bizim alanımız olan resimle ilgili olan yanı.. Müzikteki sanatçı farkını düşündüğümde Vivaldi’nin “İlkbahar”ı bestelerken doğada bir ormanda gözleri bağlı biçimde kuş seslerini dinlemiş olduğu geliyor aklıma..Ya da bir tiyatro eseri yazarken, yorumlarken insanları gözlemlemek ve yeni bir yaşam kesiti yaratabilmek.. Başlangıçta sorunuzu düşündüğümde, duygu derinliği özelliği geldi aklıma.. Dünyaya, insanlara, ağaçlara, kuşlara yani dünyanın, yaşamın bütününe daha görerek, hatta görünenin ötesini görerek, ruhunu görmeye çalışarak bakmak diyeceğim bu farka..
Mutluluk ve sanat arasında bir ilişki var mı sizce?
Bence mutlulukla ilişkilendirmeyi, tatmin duygusuyla yapabiliriz diye düşünüyorum.. Bir resmi düşünüyorsunuz, çoğu zaman üzerinde çalıştığınız konuyu rüyanızda bile kurgulamaya çalışıyorsunuz, çok kafa yorup, hem duygusal hem düşünsel anlamda yorup ortaya koyduğunuzda, düşündüğünüz sonucu almışsanız gerçek mutluluğu yaşıyorsunuz.. Soru “Sanatçı mutlu insan mıdır?” ise.. Hayır kesinlikle değildir.. Bu zaten bilinen bir gerçektir.. Tüm sanat tarihi sürecinde hep böyle olmuştur, sanatçı yaşadığı toplumun sorunlarını görür, içinde hisseder, yorumlar. Eserleriyle, kendi sanatsal diliyle dışavurur. Protest’tir sanatçı.. Doğası gereği böyledir.. Gerici bir sanatçı yoktur. Sanat sürekliliği olan bir olgudur.. Hep yürür ve ileriye yürür.. Geri gitmez..Bu nedenle de sanatçının yaşamı her zaman sancılıdır..
Sizi yaratmaya iten, tetikleyen unsurlar, ilham kaynaklarınız nelerdir?
Yaratım sürecimi belirleyen unsur, yaşamımın kendisidir sadece.. Benim sergilerimi oluşturan bütün resimlerim, kendi yaşamımla paralel yürümüştür..Tetikleyenim de, ilham kaynağım da yaşamın kendisidir..
Hayran olduğunuz sanatçılar ve eserleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Hayranı olduğum sanatçılar zaman içinde hep değişmiştir.. Eskiden Gustav Klimt’i çok beğenirdim, sonra onu fazla dekoratif buldum. Bir ara lekeci sanatçıları çok beğendim, Frida Kahlo’dan çok etkilendim sonra.. Washington DC’de Dünya Kadın Sanatçılar Müzesi vardır. Orada Frida Kahlo’nun 3 eseri asılı idi. O kadar beğendim, hayran oldum ki, salondan uzun süre çıkamadım.. Ama her döneminden hoşlanmıyorum.. Çok agresif dönemleri var, onlar değil.. Sonra René Magritte’i çok sevdim.. Onun hafif illüstrasyona kayan tavrını, sembolik tavrını çok beğeniyorum. Benim sanata, resim olgusuna bakışıma daha yakın geliyor.. Ve Albrecht Dürer’in bir otoportresi vardır ki efsanedir…

 

 
Sanatın insan yaşamındaki yeri nedir, ne olmalıdır?
Sanatın insan yaşamındaki yeri ve önemi aslında bir sempozyum konusudur.. Öyle çok konuşulabilir ki bu konuda… Ben biraz daha derine inip sanat eğitimine getireceğim. Sanat eğitimini yaşsal olarak ne kadar geriye çekersek, bireyin soyut kavramları kavrayışını, duyarlılığını, yaratıcılığını, dolayısıyla üretkenliğini, doğaya bakışını, insanlara, hayvanlara, yaşama bakışını da doğru çizgiye oturtma şansımız artar.. Her bireyin bu şekilde donanımlı bir eğitim süreci yaşadığını düşünürsek, o toplumun nasıl şekilleneceğini söylemeye bile gerek yok..
Günümüz sanatı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Günümüz sanatına dünya genelinde bakacak olursak, Postmodernizmle birlikte bilindik bütün çizgilerin kaldırıldığını görürüz.. Sınırsız bir özgür dünyaya açılmıştır sanat.. Çok uzun yıllardır, bildiğimiz anlamda iki boyutlu resim de kalmadı zaten. Resim, heykel, müzik, drama, performans vb. hatta şu anda aklımıza gelmeyen herhangi bir biçimde sanatçılar üretebiliyorlar. Bu sanatçının yaratıcılığına, sanatsal vizyonuna bağlı olarak uçsuz bir evrende ürün verilebiliyor. Tamamen kavramsal alt yapıda şekilleniyor eserler.. Bu hem çok sınırsız özgürlükler sunuyor hem de fazlasıyla zor bir platform.. Yani “ben yaptım oldu!” denilebilecek bir durum değil. Zor olduğu için de bir o kadar etkileyici oluyor. Örneğin, bundan 20 yıl önce Almanya- Kassel’deki Documenta sergisinde gördüğüm bir kavramsal eseri bugün bile düşündüğümde kalbim çarpıyor.. İşte böyle olduğunda bir eser klasikleşebiliyor.. Bu konu yıllardır konferanslarda, sempozyumlarda, panellerde tartışılıyor, bilgilendiriliyor.. Hatta gelecek ay Paris’te, günümüz sanatıyla ilgili bir sempozyum için bazı Türk sanatçılar konuşmacı olarak gidecekler. Diğer ülkelerden gelenlerle günümüz sanatı konuşulacak.. Bizim de, bu panel kapsamında bazı arkadaşlarımla birlikte bir karma sergimiz olacak..
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.