Fatma Tülin: “Sanat da bir bilgi dalıdır, öğrenmek belki diğer alanlara göre daha da karmaşık olabilir; görgü, beğeni, kültür, eğitim… Sanatçı olmak da, sanat izlemek de kolay değildir aslında.

0 745

 

Fatma Tülin’in Nişantaşı Kare Sanat Galerisi’nde 26 Mart – 30 Nisan tarihleri arasında gerçekleşen “33”başlıklı sergisi yeni dönem resimlerini içeriyor. 

Alışılmadık bir teknik alaşım deneyen, tablolarında çini mürekkebi ile akriliği buluşturan ressamın son sergisi 2011-2013 arası Paris’te gerçekleştirdiği çalışmalardan seçilerek oluşturulmuş. 

Fatma Tülin, serginin basın bülteninde çağdaş natürmort olarak yorumladığı işlerini, görsel olanla metin ilişkisindeki dengenin metni olumlayan bir biçimde bozulduğu, sözün görüneni aştığı bir dönemde gerçekleştirdiğini, hem sanatçının, hem sanat izleyicisinin üstüne sürekli yığılan anlam sağanağından yorulduğunu, eserlerin bir başına kendilerini yeterince ifade edebildiklerini düşündüğünü belirtmiş. Önce bunu sordum: 
İnsanlar izlerken eserin çağrıştırdığı anlamlarda serbest bırakılmalı, kendi kültür, beğeni, algı ve duygu penceresinden bakıp istediği gibi yorumlamalı gibi mi anlamalıyız bunu? 
Tam böyle değil söylemek istediğim; aslında sanata bakış belirli bir birikim, kültür ve beğeni düzeyi gerektirir, gerçekten değerli olanı farkedebilmek için, ama sonuçta kişi kendi yorumunu getirir kaçınılmaz olarak. Çağdaş sanatta kavramların ve düşüncelerin ifadesi önemlidir; bu da çoğu zaman metin ve görselin birlikteliğine dayanıyor. Asıl söylemek istediğim, işte bu noktada. Bazen sözün içerdiğini görselin, bu bir üç boyutlu nesne olabilir, yerleştirme olabilir, fotoğraf ya da resim olabilir, yetkin bir biçimde ifade edemediği, inandırıcı olamadığı gerçeğidir. Yaptığımız iş ne olursa olsun, teknik olarak, soyutlama düzeyi olarak, gelişkin bir çözümlemeyi gerektirir. Son yıllarda ülkemizde gerçekleştirilen yapıtlarda bunu pek göremediğimden yakınıyorum. Sadece metin ve anlama yaslanmak, o işi ayakta tutmaya yetmez.
 

 

Eser okuması yapılırken sanat tarihi bilmenin, az çok eser ve sanatçı tanımanın sanat izleme keyfini artırmaz mı?
Keyfini arttırmak bir yana, bence sanat üzerine yorum yapabilmek için bu konuda bilgili olmak, çok yapıt görmek, iyiyle, iyi olmayanı ayırdedebilmek gerekir. Sanat da bir bilgi dalıdır, öğrenmek belki diğer alanlara göre daha da karmaşık olabilir; görgü, beğeni, kültür, eğitim… Sanatçı olmak da, sanat izlemek de kolay değildir aslında.  Şu an Türkiye’de örneğin, sanat alanında büyük bir değer karmaşası yaşanıyor; sahte, spekülasyona dayalı bir sanat piyasası oluşturulmuş durumda. Birileri bu çarpık sistem üstünden para kazanıyor, çünkü sanat ölçütleri oturmuş değil, sanattan gerçekten anlayan çok az kişi var. Bu durumdan yeni yetişen kuşaklar da zarar görüyor.


Metinler ile dayatmalara neden gerek duyuluyor sizce? Sadece “önerme”yi
başarabilecek miyiz bir gün?
Sanatta metne dayatma olarak bakmak doğru mu bilmem…Sonuçta sanatçı kendi derdini aktarıyor bir anlamda, kabul görüp görmemesi izleyiciye kalmış birşey. Bazı yapıtlar yoruma açık bırakılır, bazıları da

sanatçı tarafından yönlendirilir. Örneğin benim de bir kavram etrafında geliştirdiğim sergilerim oldu; “Zaman- Kişi-Mekan”, ya da “Gezgin Parçalar” gibi… Metin eşliğinde sundum bu işleri… Ama bu sergimde izleyiciyi ben yönlendirmek istemedim, her resmin kendi sözünü söylediğini düşündüm. Sergiyle bütün olarak birşey aktarma kaygım olmadı bu sefer.

Resim yapıyorsunuz. Kitap da yazıyorsunuz. Birbirini nasıl etkiliyorlar?
Yayımlanan küçük bir kitap…”Alis’in not Defteri” adı…bir yapıtın ortaya çıkmasına doğru uzanan bir serüven, bir arayış, salınımlar… yazıyorum; düşünceler, izlenimler, yıllardır epeyce birikti, belki
bir gün yayımlamayı düşünebilirim. Etkiliyorlar mı birbirlerini bilmem, biri tümüyle zihinsel bir uğraş, resim daha çok sezgisel belki..
 

Meslek yaşamını uzun bir süre boyunca istikrarlı bir biçimde devam ettirmiş bir kişi olarak, kadın ve iş hayatı konusunda ne düşünüyorsunuz?
Toplum kadının rolünü erkeğe göre ikincil ve edilgen olarak tarif etmekten yana, özellikle ataerkil topluluklarda… Oysa kadın hayatın aslolan akışını sürdürüyor; barınağı, beslenmeyi, çocuk yetiştirmeyi… Kadın meselesini sadece 8 Mart’ta konuşulan bir konu olmaktan çıkarmak gerek. Bir işte başarılı olmak için özveride bulunmak zorunda kadın; ya evinden, ya çocuğundan ya da genellikle işinden… Ben bu seçimi çok erken bir yaşta yaptım, işimi seçtim, çünkü gün 24 saat ve her şey birarada olmuyor. Toplum daha farklı düzenlenirse, kadın  iş hayatını daha kolay bir biçimde gerçekleştirebilir; kadının uçak pilotu olmasına, erkeğin ev süpürmesine karşı olacak hiçbir biyolojik fark mevcut değil, her şey bakış açısında düğümleniyor. Bu konuda kadına da büyük iş düşüyor, yeni nesilleri onlar yetiştiriyor, farklı eğitmek onların
elinde… herşey değişebilir, hayatın esası değişim…Ve herhangi bir iş hayatı ev sorumluluğundan çok daha fazla tatmin edici… karşılığını daha net bir biçimde görüyorsunuz.

Sanatın insan yaşamındaki yeri ne olmalı?
Gündelik hayatın içinde yer almalı, duyarlık, bakış, zihinsel ve ruhsal bir varoluş biçimi olarak… Bu da ancak eğitimle sağlanabilir çocukluktan başlayarak… Sergi ve müze gezmek sanatı hayatınızın gerçeğine eklemlemeye yetmez, yine de hiç yoktan iyidir.
 

Sanatın eğitimdeki yeri nasıl olmalı?
Eğitimde öncelikli bir yeri olmalı, felsefe, dil bilgisi ve edebiyatla birlikte. Yabancı dil öğrenmek sanat eğitimi için çok gerekli örneğin… ne yazık ki artık Türkçe bilgisi bile geriledi, yazılı dil kurallarını doğru kullanan çok az kişi var…

Sanatçı kimdir? Nasıl biridir? Beğendiğiniz, etkilendiğiniz sanatçılar var mı?
Genel tarifler yapmak hem güç hem de yanlış olabilir, sonuçta her sanatçı ayrı bir kişiliktir. Elbette, beğendiğim, hayranlık duyduğum pek çok sanatçı var dünyada, tarih içinde ve bugün. Ama meslekte 30-35 yılı geride bıraktıktan sonra etkilenmekten söz etmek mümkün değil tabii.


Blogumun klasik sorusu: İstanbul’u beş duyunuzla tanımlar mısınız?
İstanbul’u ilk olarak hava kirliliğiyle tanımlarım. Kimsenin farketmediği yada umursamadığı bir konu… oysa sağlığın birinci şartı temiz hava. Diyetlerden, bio yiyeceklerden, vitaminlerden önce bu durumla uğraşmak gerektiğine inanıyorum. Medeni ülkelerin çok önemsediği bir sorun;  biz bu tür kaygılarla ilgilenmiyoruz. Sonra kötü kokularla tanımlarım İstanbul’u;  yaz, kış mangalda et modası başladı. Şimdi teraslarda bile mangal yapılıyor, yanık yağ ve et kokuları dolduruyor her yeri;  yapay, ucuz parfümlü kokular bir de… Her yerde sonuna kadar açılan sözümona müzik… ve sokakta şiddet duygusu… Herkes öfkeli, herkes sabırsız, kaldırımda yürümeyi bilmeyen, itip kakan insanlar… çirkin, özensiz yapılar… Kötü beğeni almış başını gitmiş…


İstanbul’a dair bir hayal projeniz var mı?
Umutsuz bir hayal… uygar insanların yaşadığı, uygar bir şehir olması…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.