Özge Ç.Denizci: “Günümüzde ne yazık ki “tık”lanma ile serotonin eş zamanlı çalışıyor. Yani ne kadar çok “tık” o kadar çok “mutluluk”. Ama o mutluluk geçici. Baki olan yaratma ediminin olduğu an.”

1 198
Müzik dünyasında adını duyurmuş 45 müzisyen… Robert Johnson, Brayn Jones, Jimi Hendrix, Janis Joplin, Jim Morrison, Kurt Cobain, Amy Winehouse ve diğerleri…
Ortak özellikleri hayatlarının 27 yaşında sona ermiş olmasıydı. Bu dokunaklı gerçeği “27” ismini verdiği kitabında anlatan müzikolog yazar Özge Ç.Denizci Datça’da yaşıyor.  “Bir Başka Datça” röportajının amacı onu sizinle tanıştırabilmek..

 

 

Müzikolog yazar geçmişinizden bahseder misiniz? 

 

Her ne kadar ulusal ve uluslararası sempozyumlara katılmış, makalelerim yayınlanmış ve halen de bir müzikoloji kürsüsünde yer almak onlarca hayalimden biri olsa da kendime müzikolog demem, gerçek anlamda bu mesleğe hayatını adamış başta öğretmenlerim olmak üzere pek çok meslek erbabına büyük saygısızlık olur. Ancak yazar kısmı için bu kadar mütevazı davranmak da kendime haksızlık olur diye düşünüyorum. Türkiye’de müzik yazarı olmak ve kendine bu unvanı yakıştırmak da kolay değil. Tam da bu sebeple yeterince kritik yazmadığım ve koşullar gereği tek alanda yoğunlaşamadığım için kendimi amatör ligde görüyorum ki bu bence Türkiye’de köşe yazarlığı dahi yapmakta olan pek çok müzik yazarı için de bu geçerli. Bunun da nedeni kuşkusuz müziğin ülkedeki değeriyle ilgili. Kimse kimseyi gerçek anlamda eleştiremiyor çünkü zaten hepimiz azla yetinmeye çalışıyor, aynı alanlarda sürekli karşılaşıyoruz. Dar bir çevrenin içinde de eleştiri yapmak hiç kolay değil. Kaldı ki bu ülkenin genel sorunu. Eleştiri denilince burada hep “belden aşağı vurmak” gibi algılanıyor. Bu nedenle de müzik yazarlığının da amatör liginde top çevirmeye devam ediyorum.

Annemin ısrarıyla İstanbul Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi’ne girmiş, dolayısıyla çocukluk hayalimi süsleyen gazetecilik mesleğinden adım adım uzaklaşmış, hayallerim ve yaptıklarım birbiriyle çelişince liseyi sonunculukla bitirmiştim. Yazmaktan hiçbir zaman yılmadım. Bu süreç beni Yıldız Teknik Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü Duysal Tasarım Programı’na yönlendirdi. Gerçek anlamda bir müzikolog ve besteci olarak adını sık sık lise yıllarında duyduğum Prof. Dr. Ahmet Yürür ile çalışmak tek hedefim oldu. Onun bir sene adar öğrencisi olduktan sonra okuldan ayrılması neticesinde bugünlerde profesörlüğünü kutladığımız canımdan çok sevdiğim Prof. Dr. Alper Maral ile çalışmaya başladım.

İlk müzik yazım üniversitenin ilk senesinde rahmetli Panayot Abacı’nın yayınladığı Orkestra Dergisi’nde yayınlandı. Ardından Volume, Sound gibi dergilerde düzenli olarak müzik yazıları yazmaya başladım. Daha pek çok dergi ve gazetede müzik yazıları başta olmak üzere pek çok farklı konularda haber yaptım, yazılar yazdım. Derken süreç birbirini kovaladı… Alper Hoca’mın beni yönlendirmesi ve sevgili arkadaşım Deniz Kahya’nın önderliğiyle 2004 yılında Gürcistan’a saha çalışmasına gittim. Orada Gürcistan müzik kültürü üzerine bir belgesel çektim ve konuyla ilgili araştırmalarımı tamamladım. Daha sonra yine Deniz sayesinde yayın yönetmenim ve ağabeyim Özcan Sapan ile tanıştım. Deniz, Alper Hoca’mın danışmanlığında yazdığım Gürcistan müzik kültürüne ve özellikle de Gürcü polifonisine odaklı bitirme ödevimin oluşmasına ve yayınlanmasına yani çocukluk hayallerimin birinin daha gerçekleşmesine büyük katkılar sağladı: Chiviyazıları Yayınevi’nden ilk kitabım yayınlandı. Hemen hemen aynı dönemlerde kendisi de yazar olan kuzenim Elvan Uysal Bottoni Akşam Gazetesi’nin eklerinde çalışmama önayak oldu. Artık sadece plazalarda, ekran başında çoğu kez de sadece birilerinin PR’ını yapmakla geçen, gerçeklerden uzak ve halkı oyalamacı gazeteciliğin gerçek yüzüyle tanıştığım, bu nedenle de hayal kırıklıklarıyla dolu bir hikâyeye dönüşen profesyonel anlamdaki gazetecilik serüvenim başlamış oldu.
27 isimli kitabınız nasıl ortaya çıktı? Hikayesini anlatır mısınız?
Gürcüler kitabı yayınlandıktan sonra Özcan Sapan ile inanılmaz bir dostluk yakaladık. Ailemden biri gibi oldu. Bir gün bana gelip “27” projesinden bahsetti ve benim alanım olduğu için yazabileceğimi düşündüğünü söyledi. Dedim, “Bir yazı yazayım ve deneyelim”. İlk Amy Winhouse yazısını yazdım ve gönderdim. Çok beğendi.. Kolları sıvadım ve yazmaya başladım. Editörüm Münir Refi Şifa olmasaydı kitap bu kadar iyi olur muydu, bilmiyorum.
Datça’ya ne zaman nasıl geldiniz? 
Datça’ya ilk kez 14 yaşında ailemle geldim, daha sonra da dedesi Batırlı olan eşim ve oğlumuzla yazları akraba ziyaretleri ve elbette şifalı havası ve suyundan yararlanmak için geldik ama sanırım bunu sormuyorsunuz. Gelişimizden bu yana bir buçuk yılı geçti. Doğma, büyüme ve hatta üreme İstanbulluyum. Hatta anne tarafım yedi göbek İstanbullu. Ama bu beni kararımdan vazgeçirmedi. “İstanbul’a üçüncü köprüyü yaparlarsa gideriz” demiştik ve geldik. Dinginliğe, sakinliğe geldik. Daha da önemlisi çocuğumuzu hem fiziksel hem de ruhsal bakımdan sağlıkla yetiştirmek için geldik.

Datça öncesi ve sonrası hayatınızın en mutlu kesitleri nelerdi? Datça’daki yaşantınızdan memnun musunuz? En sevdiğiniz ve sevmediğiniz yönleri neler? 
Kuşkusuz hayatımın en mutlu kesiti oğlumu kucağıma aldığım gündü. Diğerleri de kitaplarımın baskıdan yeni çıkmış taze matbaa kokusunu duyduğum zamanlardı. Datça öncesi hayatımın en güzel zamanlarının ise Kadıköy, Selimiye ve Heybeliada’da geçen zamanlar olduğunu söylemeliyim. Oralarda yaşadığım ne varsa burada da aynısını yaşıyorum ve hatta son dönemde buna çok da şaşırıyorum. Burada hiç o günleri aramıyorum, sadece insanlar değişiyor, olgular hep aynı… “Kıyı şeritleri halkındır” mücadelesini Heybeliada’da epey verdik, zira baz istasyonu davamız da vardı. Bir de yine Heybeliada’da MEB’e ait olan Heybeliada Halk Kütüphanesi’nin yeniden kütüphane olarak faaliyet vermesi için de çok mücadele ettik. Burada da eski kaymakamlık binasıyla ilgili benzeri bir süreç yaşanıyor. İstanbul’da bunları “yaşayıp duruyorduk”, şimdi burada da aynı şeyleri “yaşayıp duruu”.

Burada en sevmediğim şey önceden yerleşmiş olanların sonradan yerleşmiş olanlara söylenmesi, sonradan yerleşmiş olanların da önceden yerleşmiş olanlara söylenmesi. Datça’nın da evimiz dünyanın bir parçası olduğunu anlasak nasıl rahatlayacak herkes. Bu arada ben bu filmi daha önce Heybeliada’da da gördüğümden aşinayım duruma ve kimseye de kızmıyorum ama sevmiyorum da.

 

Sanat ve sanatçı tanımınız nedir?
Sanat yapıtlarının tanıma ihtiyacı yoktur. Tıpkı sanatçının tanıma ihtiyacı olmadığı gibi. Sanatçı sanatçıdır. Ancak Türkiye’de her önüne gelen “sanatçı” olduğundan artık bunun ne yazık ki içi boş ve acilen doldurulması gereken bir kavram olduğunu düşünenlerdenim. Tıpkı “festival” kelimesi gibi…

Mutluluk ve sanat ilişkisi size göre nedir?
Yaratma ediminin kendisi bence büyük bir tatmin yani mutluluktur ve bence bunun birileriyle paylaşılması bile o edimin önüne geçemez. Günümüzde ne yazık ki “tık”lanma ile serotonin eş zamanlı çalışıyor. Yani ne kadar çok “tık” o kadar çok “mutluluk”. Ama o mutluluk geçici, baki olan yaratma ediminin olduğu an.

En beğendiğiniz sanatçılar/müzisyenler kimler?
Böyle bir tanım yapmayı doğru bulmuyorum. Dinlemekten çok zevk aldığım müzisyenler var. Filmlerini, oyunlarını izlemekten haz duyduğum aktörler, aktrisler, yönetmenler… Tablolarından gözümü ayıramadığım ressamlar ve fotoğraflarına bakmaya doyamadığım fotoğrafçılar… Dönüp dolaşıp yazılarında kaybolmayı seçtiğim yazarlar… Evde bu aralar en çok Bilal Karaman’ın albümleri dönüyor. Sanırım o dinginlik hepimize iyi geliyor. Aydın Esen’in “Anadolu” albümü ya da Serhan Erkol’un “Motel AVM”si çalıyor bazen. Bazen Maxim Vengerov dinliyoruz bazen David Bowie, Beatles vs. Kişisel beğeni anlamında birini diğerinden ayırmam çok zor. Çoğunlukla yapsam da (bu da benim çelişkim) gündelik hayatımda analiz yapmama gerek yok değil mi? Bu aralar en sevdiğim ses arılarınki.

Can Yücel Festivali’nden ve katkılarınızdan bahseder misiniz?
Daha önce festival kavramının içinin boşaltıldığından çenemi tutamayıp bahsetmiştim. Her an sosyal medyadan yeni bir festival duyurusuna bakakalıyoruz. “Kuzu göbeği festivali”, “Mercan köşk festivali”, “Masa sandalye festivali”, “Köşe takımı festivali”…

Benim kendi adıma festivalden anladığım, standların kurulu olduğu panayır yerine dönmüş işlerin hiçbirinin festival adının altında yeri bulunmuyor ki bunu da zamanında Rock’n Coke’a -daha doğrusu küresel sermayeye ve tekelleşmeye karşı yapılmış olan- Barışarock Festivali’nin gönüllü aktivistlerinden biri olarak söylüyorum. Festival benim için bir duruştur! Kolektif olarak hayatı örmektir. Birlikte hayata dokunmak, hayatı sahiplenmek, hayatı doldurmak… Geleceğe bir şey bırakmak. Tam da bu nedenle hiçbir zaman “Hayır, yapamam” diyemiyorum bu işe… Bir de önceki senelerde yapılan Can Yücel festivallerinin kadrosunu görüp de burada çocukluğunu yaşamış arkadaşlarımdan festival deneyimlerini dinleyince hepten bu işin içinde olmak istedim.

Festivalde pek çok farklı alanda fotoğraf ve resim sergilerimiz olacak. Datça’nın özellikle yerel kültürleri hakkında söyleşiler yapılacak. Söyleşi yapacak olanlardan biri de Belediye Başkanımız Gürsel Uçar olacak. O da bir Datçalı olarak burayı anlatacak. Şiir ve müzik dinletileri olacak. Coşkulu konserler… ve festivalde beni en çok heyecanlandıran “Çok bi Çocuk” şenliği yapılacak. Datça’da Can’a can katılacak yeniden. Festivale naçizane katkım ise birlikte hayatı örmeği hedeflediğimiz konuk olacak müzisyen, tiyatrocu, dansçı, ressam, fotoğrafçı, şair, yazar arkadaşlarımınkinden ya da aynı masada festival için çalıştığım dostlarımınkinden bir fazla değil. Çünkü başta Datça Kültür Sanat Dayanışması’ndan arkadaşlar olmak üzere herkes gönüllü olarak bu işe emek veriyor. Birlikte olmayı unuttuğumuz bu günlerde kolektif olarak taşın altına elini sokmak çok ama çok önemli. Datça esnafının, belediyemizin, ulusal ve yerel basının ilgisi ve desteği inanılmaz. Gönüllü ve kolektif üretimler yapmak hele ki sanatın ötelendiği böylesi bir süreçte hepimizin görevi. Burada ne festival ne Can Yücel ne de kültür sanat meta değil. Paranın hiçbir hükmü yok! Standlarımız ücretsiz olacak. Tek dert geleceğe umut bırakmak, kolektivizmi, bir diğer adıyla imeceyi hatırlatmak.

Hayatınızın dönüm noktasında kimler neler var?
Hayatıma bu zamana kadar girmiş olan herkes benim için bir kavşak bence. Çünkü hepimiz enerjiyiz aslında ve birbirimize kelebek etkisi yaratıyor olabiliriz.

Hayatınızda aldığınız en önemli öğüd neydi? Siz kime ne öğüd vermek istersiniz?
Bu ülkede bir şeye kırk defa “o şey” dersen o şey, o şey olur. Kendimi sanırım öğüt verecek kadar bilge saymıyorum. Umarım bir gün o da olur. Kendimizi bulmak, sadece enerji olduğumuzu hatırlamak için Datça’da değil miyiz?

Son olarak Türkiye’de çıkan pek az müzik dergisinden biri olan Plak Mecmuası’nda köşe yazarlığı yapmaya devam ettiğimi, Datçalı müzikseverlerin de dergiyi Sahafiye Datça’dan alabileceklerini söylemek isterim. Bir de aralıklarla da olsa blogumu güncellemeye devam ediyorum. Eski yazılarıma da www.bilgiliminor.blogspot.com.tr ‘dan ulaşılabilir.

1 yorum
  1. Adsız diyor

    Bugüne kadar okuduğum en güzel yazı. Mesleğe vefa olgunluğun getirdiği tevazu bu kadar güzel yakıştırılır. Çok teşekkür ediyorum.
    Sevgiler,
    a.

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.