Ekrem Kahraman: “Sadece bildiğin kurallarla sanat olmaz. Sevişmenin, öpüşmenin okulu mu olur? Öpüşürsün, o kadar… Öpüşürken kuralla mı bilgiyle mi hareket eder insan?”…

1 217

Ekrem Kahraman’ın resimleri paralel evrenler gibidir. Hepsinde sonsuzluğu bulur,  birinde şevkati, diğerinde masumiyeti, diğerinde öfkeyi yaşarsınız. Bütününde huzuru, çözmüşlüğü hissetseniz de, herbirinin tabanında kendi içlerinde “olma”larını sürdüren renkli damlacıklar görürsünüz… Ter damlacıkları gibi… Beyoğlu Çukurcuma’daki atölyesine giderken bunlar geçiyorduu aklımdan… Yüksek tavanlı, içinde tarihi anlar gizli geniş mekanında uzun bir sohbetimiz oldu. Bir kızılderili kabile reisi bilgeliğinde yanıtladı sorularımı… Ancak bu kadarını aktarabiliyorum…

 
Sorularımı daha önceden göndermek istemiştim ama siz istemediniz…
Umarım yönteminizi bozmamışımdır. Fakat doğrusu ya önceden bildiğim sorulara hesap ederek birkaç gün sonra cevap vermek heyecanımı azaltıyor nedense? O anın tazeliği, enerjisi ve bilgileriyle konuşmayı, fikir üretmeyi heyecan verici buluyorum. An yaşanmalı kanısındayım. Özellikle de bu tür söyleşilerde anın heyecanı, sürpriz fikirlerin tazelikleri, dirilikleri kaybedilmemeli diye düşünüyorum. Tıpkı sanatın neyin ne kadar yapılabileceği bilinse bile yapılırkenki karmaşık süreçte yine de bir dizi bilinmezlik ve keşifler içerisinden çıkarılıp öne sürülmesi gibi…
Kaldı ki zaten hayatta da böyle bir şey değildir benim açımdan. Birisine haydi üç gün sonra falanca saat bir araya gelelim de espri yapıp gülelim ya da buluşup öpüşelim, sevişelim diyebilir mi insan? Denilse bile niye, nasıl, neden? Gelecek o anın olası sürprizleri, yeni bilgileri ne olacak peki? Buluşursun ve ne istiyorsan yaparsın o kadar…

Yaşamak… Bırakın an’ı yaşamayı, bir ömrü yaşamayı becerebiliyor muyuz sizce?
O çok daha derin bir konu benim açımdan. Doğrudur, beceremediğimiz o kadar çok şey var ki yaşamda gerçekten de. Hele bireysel yaşamda? Ama beceremediklerimize değil de becerdiklerimize ve biraz aklımızı kullandığımızda da becerebileceğimizden emin olduklarıma bakmak yanlısıyım ben.
Ben çiftçilikten gelen, toprağın ve tohumun olanaklarını, çiftçilik bilgilerini sanatında ve hayatında kullanan birisiyim. Oradan da bilirim: Buğday taşıdığı enerjiyi başağa ve tohuma dönüştüremezse bir tür kanser olup çürür ve kararır… Pamukta da öyledir. Çok sulandığında ya da gübrelendiğinde pamuk kozaları da daha açmadan kararıp çürür. Hatta çocukluğumdan çok iyi hatırlıyorum köyün genç kızları o simsiyaha kesmiş çürümüşlüğü koparıp da gözlerine sürme yaparlardı. Ne kadar dönüştürücü ve yaratıcı bir eylem değil mi?

“Resimlerim topraklarımdır” demişsiniz bir röportajınızda…
Çiftçi elbette öncelikle çiftçilik geleneğine, önceki çiftçilerin bıraktıkları bilgilere göre eker tarlasını. Yani zamanı gelmiş ve olanaklarını hazırlanmış toprağına, nemine, havasına göre ama tam zamanında serper tohumlarını… Ama aynı zamanda kişisel tarlalarının olanakları ve onlar karşısındaki alabildiğine kişisel sezgileriyle de çalışır… İyi çiftçiysen toprağın kıvamını, ateşini, zamanını iyi tanırsın. Senin tutkunla toprağın tutkusu birleştiğinde iyi ürün de buradan çıkar. Ürün sevinci ve zenginliği de ancak bu özellikten çıkar çünkü.
“Hayalperest bir çiftçiyim ben, resimler topraklarımdır!” derken aslında çiftçiyle toprak arasındaki hayatiyet içeren tarihsel ilişkinin benim bir sanatçı olarak tuvallerim ve diğer malzemelerimle aramdaki büyülü ilişkiyle benzerliğine dikkat çekmek istemiştim sadece.
Çünkü şuna inanıyorum ben: Elbette tarla ile tuval arasında büyük fark var ama özde benzerler. Ha çiftçinin ekip biçeceği tarlası ha bir sanatçının resim yapacağı muhtemel yüzey… Kaldı ki zaten her çiftçinin tarlası aynı bilgilerle işlense bile kanımca aynı verimde ürün vermeyecektir. Dağdaki başka… ovadaki başka… soğuk bölgelerdeki, ya da sıcak bölgelerdeki… kumlu, alüvyonlu toprakla, kıraç topraktaki başka başka… Toprağa aşkla dokunuş ile aşksız dokunuş arasında her zaman fark var… 

Atölyeniz büyük… resimleriniz büyük… Bu kadar büyüklük ısrarı neden?
Bir çiftçiye tarlan niye büyük, neden çok tarla istiyorsun diye sorulur mu? Ben tarlalarımı da büyük isterim açıkçası. Yanlış anlaşılmasın, zenginlik için değil ama… Uğraşmak ve büyük sonuçlar çıkarmak için… İsterim ki topraklarım gideyim gideyim bitmesin… Gitmek ve bakmak için… Gittikçe tatmin oluyorum, doyuma ulaşıyorum çünkü… Bir bakıma belki sonsuz bir mekan ve duyarlık genleşmesi yaşıyorum kendi içsel evrenimde. Duyumlarımı bileyliyorum… şeytanlarımı uyandırıyorum… yapma ya da yaşama enerjimi çoğaltıyorum sanki… Bir bakıma böylece de farklı düşünüşleri ortaya koyma imkanım oluyor.

Dünyanın boşlukları, ıssızlıkları, eksiklikleri üstüne düşünen bir sanatçıyım ben. Hayatın oralardan önlenemez trajik ya da rahatlatıcı sonuçlar çıkardığını fark ediyorum. Bu çıkarsamalarda büyük doluluklar buluyorum çünkü. Cevaplanmamış sorulara takılıyor kafam ne yapayım?
Benim atölyelerim de çok aslında. İzmir Kemalpaşa Bağyurdu’nda, Gelibolu Güneyli’de ve burada İstanbul’da üç ayrı atölyede birden çalışıyorum ve aynı anda ilerleyen resimlerim var. Bunları ucuca eklediğinizde öyle heyecan verici bir güven ve rahatlama duygusu içerisine doğru çekildiğim oluyor ki tarifi mümkün değil…  Ayrıca bu resimlerin farklı farklı yerlerde uysal uysal beni bekliyor olmaları da pek heyecan verici… Tıpkı gemicilerin her limanda bir sevgilileri olduğu tevatürü vardır ya aynen onun gibi… ama benimkiler gerçek… Hepsi de aynı dönemde benzer kaygılarla başladılar, muhtemelen de aynı dönemde bitecekler…

 
Resimlerinizin bittiğine nasıl karar veriyorsunuz?
Sezgilerimle… bu güne kadar yaşadıklarımla… tecrübelerimle… Tıpkı hayat gibi…
Dünyaya nasıl ve nereden bakıyorsam dünyayı algılayışımız da odur aslında. Burada daha da ilerilere doğru gitmem lazım diyorum ve gidiyorum… Bazen bu gidiş hüsranla sonuçlansa da gidiyorum. Bazen de burada durmam lazım diyorum duruyorum… o kadar…
Bitmişlik iddiasının başka bir sihri yok açıkçası…

Sizce üslup taklit edilebilir mi?
Edilebilir elbette… etme niyetinize ve taklit yeteneğinize bağlı. Resmimizde de çok var zaten. Ama kişisel özgün üslup asla taklitle oluşmaz. Bana göre bir mimar ya da mühendis gibi planlayıp hesaplayarak da oluşmaz. Çünkü üslup çok kişisel bir oldurma durumudur ve o da ancak yapa yapa, malzemeyle ilişki kura kura, yarı akıl, yarı bilgi, yarı sezgi ve yarı deneyimle derinleştirilerek oluşturulan kişisel bir varoluş, bir renk, bir tavırdır sonuçta…

Bildiğim kadarıyla resimlerinizde hiç figür kullanmıyorsunuz…
İlk resimlerimden bazıları hariç doğrudur. Gerçekten de akademik anlamda insan/figür kullanmıyorum resimlerimde. Fakat figür olarak değil ama anlam ve duyum olarak benim resimlerimde insan imgesi hep var. Bana göre insan figürünün kendisi de, tuval yüzeyinde onun da yer bulduğu resimsel öğelerin oluşturduğu görsel koronun kendisi de imge için aslında. Bu imge insan figürü duyumu çoğu kez bizzat izleyenin kendisidir.  Bilinen türde imgesiz figürlerle çok uğraşmam. Hayatımdaki figürlerde de sonsuzluğu, derinliği, içinde dolaşılabilecek oylum oylum zenginliği hissedersem varım. Karşımdakinin her yerinde dolaşabilir, beyninin kıvrımlarında kendime yer bulabilirsem kalırım. Elbette karşımdaki de benim ıssız topraklarımda, katmanlarımda…

Resimlerinizdeki sonsuzluk hissine dayanarak size şu “kara delik” iddiasını sormak istiyorum. “Kara Delik” nedir sizce?
Bir astronomi ya da astrofizik uzmanı değilim ki nereden bileyim. Yalnızca şunu söyleyeyim: Hayat herkes için kara deliklerle dolu bilinir-bilinmez büyük fakat sonlu bir sonsuzluktur. Dünyada hiçbir şey sonsuz değil, sonsuzluğun kendisi bile… Böyle konuşuyorum bazen bu konularda konuşmalar yapmam isteniyor, konferanslara bile davet edildiğim oluyor. Tuhafıma gidiyor çok. Oysa ben felsefi bir duyumdan söz ediyorum sadece. Resim yaparken de birçok teknik bilgiye, altyapıya sahip olsam da aslında biraz akılla belki çokça da sezgilerimle hareket etmeyi tercih ediyorum. Ama sona doğru mutlaka akıl elbette… Yani aslında nasıl görüyorsamdan çok, ne hissediyorsam onu resmediyorum desem daha doğru olacak.
Bana göre sadece insan aklı/beyni düşünmez insanın ruhu da düşünür. İnsan salt akılla düşündükçe sanırım resimden biraz uzaklaşıyor gibi. Anlamak, bilmek, hissetmek istiyorsan bulunduğun yerden yeterince uzaklaşmamalısın bence.
Bazı izleyiciler benim çoğu resmimde ölüm duygusunun olduğunu öne sürerler. Oysa ben her durumda yaşamdan söz ettiğimi düşünüyorum. Hayır hayır asla karamsar biri değilim ben. Sadece dünyanın sonsuz bir gerilim içerisinde olduğunu, insan da dahil bütün canlılar için yaşamın da o gerilim boşluğunda devindiğini ve bunun da mutlaka bir süresi, bir sınırı bulunduğunu düşünüyorum o kadar. Zaten figür kullanmasam da resimlerimde yapan ve bakan insanın önünde sonunda ölümlü olduğunu gösteriyorum.  Dünyaya aklınla bakarsan hayatın temel diyalektiğinin de aynen böyle olduğunu hemen anlarsın zaten…

Derinleştikçe mi giriyor hayatımıza sanat?
Başkalarını bilemem ama günümüz sanatının entelektüel bir derinliğe sahip olması gerektiği kanısındayım. Resmin, insanın derinliğindeki entelektüel birikimle, dil yetenekleriyle bir bütünlük oluşturabildiğinde insanla daha derin bir iletişim kurduğunu düşünüyorum.

İzleyici ile aranız nasıl? “Burada ne anlatıyorsunuz?”dediklerinizde tepkiniz ne oluyor?
Her zaman olmuyor elbette ama “Galiba anlatamamışım” deyip geçip gidiyorum. Sanki dünyada her şeyi anlıyor musun ki diyorum. Anladıysan bırak bunlar da anlamadığın olarak kalsın şu dünyada diyorum! Kaçamak yapıyorum olarak algılansa da hem niye bana soruyorsun, resme baksana diyorum! O sana her şeyi anlatır eğer dilinden anlıyorsan diyorum! Sahi ananı, babanı, çocuğunu, sevgilini, arkadaşını, ortağını, diktiğin çiçeği, omzuna konan garip uç uç böceğini anlayabiliyor musun ki?

Sokaktaki insanla sanatçı arasındaki fark nedir sizce?
Çoğu zaman bir fark olmadığını düşündüğümü itiraf etmeliyim. Sorunu anlıyorum evet ama başka bir şey demeye çalışıyorum. Sanatçı çoğu kez anlaşılmadığından şikayet ediyor. Sokaktaki de etmiyor mu sanıyorsunuz? Sanki o meçhul izleyenimiz çok mu anlaşılıyor? Hem sanatçı sokakta gezinmiyor mu?
Trajik olan şu: sanırım ben sokaktaki insanı anlayabiliyorum, en azından anlamaya çalışıyorum. O ise genellikle beni ve resmimi anlamıyor, anlamaya da çalışmıyor pek… Kaldı ki zaten aynı dili de kullanmıyoruz…

Temel ihtiyaçlarını karşılayamayan bir insandan sanata vakit ayırmasını nasıl bekleyebiliriz?
Bunun için kesinlikle toplumsallığın baskın olduğu bir toplum gerekiyor diye düşünüyorum. Yoksa aç insandan açlığını giderme ötesinde neyi isteyebilirsin ki? Hem buna hakkın var mıdır? Paran sınırlıysa kuru fasulye kuru ekmekle idare etmek durumundasın. Şehriyeli kuzuyu, üstüne de sütlaç ya da kadayıfı seçme hakkın olsa bile olanakların yoksa ne yaparsın ki Allah aşkına?

 
Sanat eğitimi şart mıdır? Çocuklara sanat öğretilmeli mi?
Bence öğretilse, eğitilse iyi olur. Bundan kötülük gelmez iyilik gelir. Ama bir yandan da eğer istemiyorsa felsefe ya da pratik olarak sanatı kimseye öğretemezsin ya da -biraz daha yumuşak konuşayım, zor öğretirsiniz. Bir eğitim kurumundan mezun olmakla sanatı biliyor sayılmazsın. Sanat öğrenilir bir şey değildir çünkü. Öğrenciyi sanat yoluyla daha oylumlu bir insan olma yolunda teşvik edebilirsiniz.  Ama ona derinlikli bir yön giydiremezsiniz. Giydirilmemelidir de zaten. Çocuk neye eğilimli, hangi hazır kapasitelere sahip ve ne yapmaya niyetli ona bakmak lazım.
Öğretilen şeyler sadece bilgidir. Sanat eğitimi için de geçerli bu. Dünyanın hiçbir ülkesinde şiir yazma okulu yok ama resim yapma okulları var… Okulu yok diye şair yetişmiyor mu? Okullar resim öğrenmek için iyi bir olanaktır, tek yol değildir okul değildir açıkçası… 

Sanat ticareti bu kadar gelişiyorken sanatın sahicisini nasıl anlayacağız?
Toplum nasıl istiyor, neyi istiyor diye sanat yapabilirsin. Hatta yaptıklarını harıl harıl satabilir, revaçta da olabilirsin. Ama bana göre bir orospuluk yöntemidir bu! Sanat bir masumiyet alanı ve itiraz etmek için sanat yapılmalı. İlk insanın karşı diğer insana duyduğu bir masumiyet bu fakat bu çağın yolu ve yöntemleriyle… Yaptıklarının bir ideali, iddiası, zamanı ve tarihsel bağları olmalı. Bakacaksın tarihte bir yeri olacak mı olmayacak mı?

Son günlerin “muhafazakar sanat” tartışmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizce  “muhafazakar sanat” olur mu?
Olmaz, kesinlikle olmaz! Değil Cumhurbaşkanlığı makamı, başbakan ya da para babası piyasa istese bile olmaz! Yolunu şaşırıp buna yeltenen sanatçı yapıp da olduğunu söylese de olmaz! Çünkü muhafazakârlık gerçek sanatın karakterine aykırı… Sanat daima devrimcidir,  daima yenidir… Var mı derseniz, var tabii ki, olmaz olur mu? Peki sanat mı derseniz kesinlikle hayır değil derim büyük bir iddia ile.
Artık “sanat olmayan sanat” kavramının tartışılmaya açıldığı günümüzde bunun biraz da o bağlamda tartışılması lazım. Çünkü “sanat olmayan sanat” salt para ve pazar içindir daha baştan ve bu nedenle de bunları sanattan çok tasarım olarak tanımlamak gerekir bence. Yani bir tür imitasyon gibi bir şeydir yapılan. Bu da kötü bir şey değildir benim açımdan. Sadece sanat değildir o kadar… İlla da sanat olmak zorunda mı hem?
Daha kolay anlaşılsın diye abartarak soruyorum: Örneğin muhafazakâr, demokrat ya da devrimci ameliyat olur mu? Ya terzilik, kasaplık ya da çöpçülük? Ama gerçek sanat sokakları süpürüp temizleyebilir, Engels’in ifadesiyle insanı insanlaştırabilir, toplumu iyileştirebilir. Fakat bunu yaparken de ne çöpçünün ne de cerrahın dilini kullanır. Sadece kendi özel alan dilini, görünür görünmez henüz keşfedilmemiş olanaklarını kullanır.
Şunun adını doğru koyalım: Sanat olan sanat daha baştan muhafazakârlığı aşarak var olur. Devrimciliği buradan gelir. Hem alan içi eski değerlere karşı yeni içerikler, formlar oluşturur; hem yeni yapma/kurma biçimleri geliştirir; hem de muhalif bir siyasi tavır takınır.

Sanatın kuralları yok mudur?
Olmaz olur mu fakat söz konusu olan eğer sanat yapıcısı ise öğrendikleri bilgi ve kuralları bilmek ve unutmak kaydıyla. Bilmeden unutmak da mümkün değildir… Sadece bildiğin kurallarla sanat olmaz… Sevişmenin, öpüşmenin okulu mu olur? Öpüşürsün, o kadar… Öpüşürken kuralla mı bilgiyle mi hareket eder insan? Tutku ve inançla yaptığın şey kendi kurallarını da oluşturur ister istemez. Bu da seni rahatlatır, yoluna daha bir heyecanla, güvenle gitmeni sağlar.

Sanat bulunur mu sizce, bulunursa nasıl bulunur?
Bulunur mu ya da her kul bulabilir mi emin değilim. Fakat arayan eninde sonunda bulur. Fakat iyi sanatı bulmak biraz daha zor bir şeydir sanıyorum.
Tıpkı hayat gibi, tıpkı bütün derin ve değerli şeyler gibi. Sen değerliyi bulursun da kabul ettirebilir misin çevrene. Hep zorluk vardır bu çizgide. Örneğin buluyorsun hayatının en değerlisini fakat anan baban diyor ki “olmaz böyle, bu kafayı değiştirmelisin”.  Onları mı dinleyeceksin? Ancak kafanın dikine gidersen başarırsın bulmayı da bulduğuna sarılıp başarmayı da. Bir de tam bulacağın noktada neyi bulduğunu fark edemezsen başarısız olursun. Say ki yüksek ve zor bir dağa tırmanıyorsun. Say ki her yeni adımda zorlanıyorsun sürekli. Say ki neredeyse zirveye varmak üzeresin! İşte tam o durumdayken hedefine ve gücüne olan inancını kaybedersen, neyi buluyor olduğunu unutursan düşersin tepe taklak. Bir daha da asla tırmanıp da bulamazsın, ilerleyemezsin! Ancak azmin varsa başarırsın! İnanç olarak ölürsen, aklın akıl olmaktan çıkarsa, tırmanmaktan vazgeçersen düşersin ve her düşüş bir sonraki düşüşlerin de tetikleyicisi olur.
Ben derim ki: atına binip gideceksin. At huysuz olsun, boşver! Sen her koşulda üzerinde kalmayı bil yeter ki!  Yeter ki sağlam bir bulma, başarma hedefin olsun. Atın mı iyi değil? Değiştir kardeşim!
Az şey değil, her değerli şey gibi öncelikle sanatı hak edeceksin. En büyük enerjini sevdiğine, arayıp durduğuna vereceksin, ona saklayacaksın. Başka yerlerde harcayıp da sıra en değerli ve asıl olana geldiğinde  “Kalmadı! Bu kadarı da yeter!” diyorsan o senin salaklığındır ne diyeyim?  Yani kendini sanatına vermezsen bekleyip umma ki o da kendini sana vermez.  Verdi zannedersin ama vermez. Hak etmelisin sanatı… Hak ettiysen bulursun mutlaka… umudunu kaybetme… çalış yürü sadece ve düşün…

İzleyicinin olmadığı bir yerde sanatçının resim yapması mümkün mü?
Sanatçı izleyici etkileşimi ilerlemek için elzemdir. Çok az sanatçı beğenilmediğinde de sanat yapmayı sürdürebilir gibi geliyor bana. Van Gogh bütün ömrü boyunca ancak 5-6 yıl resim yapabilmiştir ama başarmıştır. Fakat hayatını bu tutku yüzünden genç bir yaşta kaybetmiştir.
Sanatta, politikada, bilimde milyonlarca şey araştırılır, çalışılır.  Ama sadece birkaç kahraman doğruyu bulur. Bu büyülü, meşakkatli insani bir arayıştır…

Sanatla aşk arasında nasıl bir ilişki vardır sizce?
Atıyorum, insanlığın yüzde 95’inde aşk duygusunu hissetme ve yaşama kapasitesi yoktur. Herkes tutkulu değildir, tutkuyu ve ısrarı ve bunların derinliklerinden fışkırabilecek olanları anlayabilecek kapasitede değildir. Tıpkı gerçek sanattan herkesin anlayamayacağı gibi gerçek aşktan da anlayan, onu görme ve yaşama şansını yakalayabilen insan sayısı da çok azdır sanılanın aksine… Kendi kapasiten kadar yaşarsın dünyayı öyle değil mi? Kaldı ki çok özel bir alan bilgisini ve Ekrem Kahraman’ı da, Sartre’ı… Camus’yü… Arthur Rimbaud’yu ya da Nazım Hikmet’i de. Biri birinde sadece bir cümle, bir imgeyken üstelik… Öbüründe 100 cümledir, sonsuz imgedir. Ama bir başkasında sadece cümle değil, aynı zamanda felsefi bir iddiadır… Her ağaç gövdesinden süt ya ada reçine salgılamaz. Salgılatamazsınız da… Doğanın kapasitesi gibi bazı insanlarda da algılama kapasitesi, akıl kapasitesi, duygu kapasitesi olmayabilir. Bizim trajedimiz de burada başlıyor zaten. Biz sanatçılar, entellektüeller, henüz olmamış insanlardan bunları bekleyip duruyoruz işte…

Sizce nedir aşk?
Aşk karşılaşılması sürpriz, karşılaşıldığı zaman da insanı hesap edilememiş, beklenmedik sonuçlara sürükleyebilecek yaratıcı ani bir durumdur. Bir anlam, vazgeçememezlik, olmazsa olmazlık çarpmasıdır. Çarpmanın tarifi mi olurmuş bırak öyle kalsın bence…

Hangisi aşk, nasıl bileceğiz peki?
Kristof Kolomb Amerika kıtasına giden ilk batılı denizci kaşifti biliyorsunuz ama bu ünlü kaşif gittiği yerin yeni bir kıta olduğunu fark edemedi. Bu Kolomb’un trajedisiydi bence. Görememişti, bilememişti… üstelik pek güvendiği aklı ve bilgisi de kör kalmıştı. Bunun yeni bir kıta olduğunu oraya sonradan giden Amerigo Vespucci iddia etti ve bu kıtaya Amerika denilmesinin nedeni de buydu. 
Bilmek çok önemlidir fakat bulduğunun değerli ve yeni bir şey olduğunu bilmek çok daha önemlidir. Pollock’un bulduğu şey değerli bir şeydi, bu yüzden de kendisini sanat tarihinin sayfaları arasında yerleştirdi. Fakat yaşadıkları derin bir hayal kırıklığıydı. Bulduklarını hazmedemedi ve sonunda intihar etti. Van Gogh da aynı şeyleri yaşamıştı. Pollock onun trajedisini görememişti. Ona bakmıyordu çünkü. Kendi trajedisi de zaten bu görememezlik üzerine kurulmuştu.
Tarih benzer kaşifler, buluşlar ve yaratıcı trajedilerle dolu. Bulduğun şey aradığın şey olmayabilir bazen… Aramaya devam edeceksin… Bulursan da durup bir nefes alacaksın…

Aramak kötü müdür?        
Aramak elbette kötü bir şey değil! Fakat bir önce yaşadığımız bir sonra yaşayacağımızı da belirler. Aradıkça aradıkça giderek uzaklaşırız, yalnızlaşıp seçkinleşiriz. Sen farkına varmasan da derin bir bilgelik ve yalınlık oluşur derinliklerinde… Eğer ne olduğunu anlayamazsan, anlar da gereğini yapamazsan sonun iyi olmaz bence… Fakat sen yine de yalınlık için, öz için, huzura ermek için ara… daha ne diyeyim?
Kapasiten yoksa aşka ulaşamazsın. Bilgisayar gibi… Belleğinde aşık olma programın yoksa aşık olamazsın. Aşık olmak öğrenilebilir. Çaresizliği çareye dönüştürebilirsin… ama önce istemen, önce yürümen lazım…

Mutluluk nedir sizce?
Mutlu olmayı bilmekle mutlu olmak farklı şeyler… Ama yine de bunun formüllerini vermek istemem. Formül her zaman hayal kırıklığı yaratır. Fakat yine de dünyanın, hayatın anlamını kurmak, gerçek mutluluğu da aramak lazım. Yolumuz çok uzun… Herkese kolay gelsin!
1 yorum
  1. Adsız diyor

    Cok nazik ve hasas

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.